three

678 85 213
                                    

Eddie


Ophelia'nın evine kadar girmişlerdi. Onun odasına kadar. Burası artık onun için güvenli değildi.

"Hemen eşyalarını topla." dedim dişlerimi sıkarken. Sinirliydim.

"Ama Jackson..." dedi. Korkudan şoka girmiş gibiydi. "Jackson'ı benim evimden ararız. Sen gerekli eşyalarını al."

Jackson, Ophelia'nın kendisinden üç yaş küçük kardeşiydi. Birkaç günlüğüne büyükanne ve büyükbabasına kalmaya gitmişti.

Steve ve Jonathan'ı evin dışına çıkardım. Kızlar içeride Ophelia'nın eşyalarını toplamasına yardım ediyordu.

"Evine kadar girmişler! Ya o evdeyken gelselerdi!? Ya... Ya ona zarar verselerdi!?" Sinirden köpürüyordum.

Kapının önünde sesimi duymuş olacaklar ki çocuklar gelmişti.

Mike: Eddie. Canını sıkmak istemem ama eğer Ophelia'nın evine girebiliyorlarsa senin de evine girebilirler. Yani sonuçta bileklikte ikinizin ismi yazıyordu.

Jonathan: Mike haklı Eddie. Birkaç günlüğüne ikinize de başka bir yer ayarlayalım. Senin evin de güvenli değil. En azından önümüze bakana kadar.

Steve: Ailemin tatil için kullandığı bir yer var. Sadece yazları giderler. Oraya gidebilirsiniz. Size anahtarları veririm.

Eddie: Teşekkür ederim çocuklar. Gerçekten.

Elinde küçük bir çantayla Ophelia geldi. Elindeki çantayı yorumlaması için aldım. Sonra elini tutup arabaya kadar yürüdüm. "Birkaç gün uzaklaşıyoruz o kadar. Korkma bebeğim. Her şey yoluna girecek." dedim ve saçlarını dudaklarıma yasladım. Okyanus kokusunu ciğerlerimde hissediyordum.

Steve bizi kasabadan çok da uzakta olmayan ama yürüyerek gidilirse zaman alan ailesinin tatil evine götürdü. Giderken marketten gerekli şeyleri almıştık. Arabadan indiğimizde ikimiz de ona teşekkür ettik. Burada herhangi birinin bizi bulması oldukça zor olurdu.

İçeri girdiğimizde oldukça ihtişamlı ve hiç de mütevazı olmayan bir manzarayla karşılaştık. Bu benim amcamın ömrü boyunca hiç para harcamadan çalışırsa bile düzemeyeceği bir evdi.

"Hadi gidelim." dedim ve davetkar bir şekilde elini tuttum. İçeriye girdik. Büyük bir salondu. Ophelia'nın üşüdüğünü fark ettim. "Sen otur ben şömineyi yakayım."

Oturdu. Sessizdi. Düşünceliydi. Elimdeki odunları şöminenin içine atıp ateşi yaktım. Sonra yanına gidip bir süre oturdum.

"Konuşmak ister misin?" dedim olabildiğince tatlı bir şekile girmeye çalışarak.

"Kalbin ağrıyor mu Eddie?" dedi. Böyle bir soru beklemiyordum.

"Ağrımıyor güzelim. Bu da nereden çıktı?"

Ağlamaya başladı. Orman yeşili gözleri fırtınalıydı. Akıttığı her bir göz yaşı kalbime hançer gibi saplanıyordu.

"Tüm bunlar... Ben korkuyorum. Hastalığının yinelemesinden korkuyorum." dedi yutkunarak.

Gözyaşlarını elimle sildim. Kızarmış ve kiraza benzemiş küçük burnunu öptüm. Gülümsemeye çalıştım. "Ophelia. Benim kalbim senin eserin."

"Sana sahip olduğum için çok şanslıyım Ed. Yanımda olmadığın zamanlarda bile mutluluğun burada olduğunu hissettiriyor. Gülümsemeni düşünmek bile içimi ısıtıyor." dedi.

"Asıl ben çok şanslıyım." dedim. Bu bizim genellikle arkadaş çevresinde olduğumuzdan farklı ilişki tipimizdi. Evet, kendi aramızda ilişki tiplerimiz vardı. Romantik olmak genelde ilk planda değildi ama olduğumuz zaman bunun gerçekten hakkını verirdik.

Ve devam ettim. " Yanımda olduğun her an sana minnettar olmamı sağlayacak binlerce şey yaptığın için sana minnettarım. "

Yüzünü okşadım. Benim güzel meleğim Ophelia. Aşkından ölüyorum. Ve bu benim tek hastalığım. Beni hem zehirleyip hem iyileştiriyorsun. Sana bir şey olmasına asla izin vermem. Canımla ödeyecek olsam bile.

"Çok yorgun görünüyorsun. Duş almak ister misin?" dedim.

Evet anlamında başını salladı.

Dudaklarımı yalayıp arsızca bir bakış atıp gülümsedim. "Eminim ki bu ultra lüks beş yıldızlı otelde jakuzi vardır. Duş alırken yardıma ihtiyacın olur mu acaba, küçük hanım?"

Partner in Crime (Eddie Munson)Onde histórias criam vida. Descubra agora