19.Bölüm

62 5 4
                                    


Gözlerimi açtığımda boynumun tutulduğunu fark edip gözlerimi tekrardan sıkıca kapattım. Ellerimle boynumu tutup sıksam da ağrısı bir türlü hafiflemiyordu. Çok fazla hareket etmeden masanın üzerinde duran telefonu açtım.

- Uyuyor muydun? Bugün ofise geleceksin sanıyordum.

Telefonu kulağımdan çekip ekrana baktığımda saatin neredeyse dokuz olduğunu fark ettim.

- Uyuya kalmışım, affedersin. Bir saate gelmiş olurum.

Telefonu masanın üzerine bırakıp tekrardan gözlerimi kapattım. Hayatın bu kadar hızlı eski haline dönmesine nasıl ayak uyduracağımı bilmiyordum. Telefonumdan gelen diğer mesajlara, sosyal medya hesaplarıma hızlıca göz attım. Zihnim bir gece öncesinde yaşadıklarımı hızlıca önüme getirirken hala Merlin'den hiç haber alamamıştım. Hızlıca koltuktan kalkıp, üzerime ilk bulduğum gömlek ve pantolonu geçirdim. Siyah ceketimi alıp evden çıktığımda aklımda hiçbir düşünce yoktu. Etrafa boş baktığımı, zihnimin belki de ne düşüneceğini bilmediği için hiçbir şey düşünmeden durduğunu hissedebiliyorum. İşe geç kalmış olsam da acele etmeden yol üstünde bir kahvecide durdum. Kahvemin hazırlanmasını beklerken neredeyse dakika da bir kere olmak üzere telefonumu cebimden çıkarıp, ekranında mesaj olmadığını gördüğümde cebime tekrardan bırakmayı sürdürdüm. Merlin'in olanlardan sonra bana yazmasını bekliyordum. Birbirimizi anladığımızı ve ihtiyacımız olduğunun farkında olduğunu düşünüyordum. Bana bir adım atan oydu ve olanların onun için ne anlama geldiğini öğrenmek istiyordum. Benim için her bir saniyesinin anlamı vardı. Aynı duyguların onda da olmasını umuyordum.

Kahvemi hazırlayıp son bir kez telefonuma baktım. Doğru zaman hangisiydi? Bütün bu olanlardan sonra beni düşünmesini istemek bencillik gibi hissettiriyordu ama içten içe aklına gelmek istiyordum. Benim kalbimi bu kadar hızlandıran bir anın onun içinde anlamı olmasını istemek bir yandan bencillik gibi görünmüyordu, öyle değil mi?

Ofise girdiğimde saat on buçuk olmuştu ve söylediğim saatten sadece yarım saat geç gelmiştim. Olanlardan sonra kimsenin bana bunu sormayacağını düşünüyordum. Ofis koridorlarında birkaç kişi yüzüme üzgün bir ifadeyle bakıp, üzgün olduklarını söylediklerinde sadece minnet ederek başımı salladım. Kimse, sevdiğiniz birini kaybettiğinizde hayatınızda onunla birlikte nelere de veda ettiğinizi anlayamazdı. Bu yaşamadan bilemeyeceğiniz ve belki de empati yapamayacağınız tek konuydu.

Masamın üzerine elimde duran ve içinde sadece birkaç yudum kalan karton kahve bardağını bıraktım. Ceketimi çıkartırken kapıdan başını uzatan Holly'e baktım.

- Nasılsın, Emily?

- Emin değilim, çok fazla şey oldu.

- Kolay olmadığını biliyorum ama alışacaksın, inan bana. Akşam dışarı çıkmak ister misin? Belki iyi gelir.

- Hayır, sadece evde kalmak ve yalnız olmak istiyorum.

Holly'e baktığımda yüzünde cevabımdan çok memnun olmadığını belli eden, tanıdığım ifadesi vardı. İnsanların beni anlamasını beklemiyordum ama duygularını saklamak konusunda daha iyi bir iş çıkarabilirlerdi.

- Bana kızma, olur mu? Bu halde eğlenemeyeceğimi biliyorum ve sizin de eğlencenizi bozmak istemem.

Bir şey söylemesini beklemeden masanın üzerine geçip bilgisayarımı açtım. Holly'i seviyordum ama bazen kendi istekleri konusunda fazla bencil davranabiliyordu. Gözlerini devirip kapının önünden çekildiğinde kendimi tamamen işe verdim. Yemek molasında sadece bir kahve alıp odama geri geldim. Canım herhangi bir şey yemek, gülümsemek ya da havadan sohbetleri istemiyordu. Üzgün olduğumu anlatmak istiyordum bir yandan. Bay Stew'in benim için ne kadar önemli olduğunu, onu son zamanlarda aramadığım için ne kadar pişman olduğumu anlatmak ve insanların kendimi iyi hissedebileceğim cümleler kurmasını istiyordum. Birilerinin beni kandırmasına ihtiyacım vardı. Yapayalnız hissediyordum. Her şeyin düzeleceğini duymaya ihtiyacım vardı. İstediğim küçük bir destekti. Her zaman yanımda olabileceğini düşündüğüm birinin, sarılmasına ihtiyacım vardı.

Boş kahve bardağını masanın üzerinde itip bilgisayarımı kapattım. Telefonum masanın üzerinde olmasına ve sesi açık olmasına rağmen elime alıp ara ara mesajlarıma bakıyordum ama Merlin'den hiç mesaj yoktu. Ronald'dan gelen mesajları görmez gelip, odamdan çıktım. Kendimi tekrardan serin rüzgâra karşı caddede yürürken bulmuştum. Üzerimdeki siyah cekete iyice sarındım. Kulaklığımda her zaman dinlediğim hüzünlü şarkılardan oluşan bir çalma listesi dönüp duruyordu. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken insanlarla göz göze gelmemek için başımı yere eğmiş bir şekilde atıyordum adımlarımı. İçimde susmak bilmeyen bir ses vardı ve beni suçlamaya devam ediyordu. Sevdiğim insanların yanında olmuyordum. Seviyorum dediğim insanlara diğer insanlara davrandığım gibi davranıyordum. Sevgi böyle bir şey değildi. Belki de sevginin ne olduğunu hiç görmediğim için öğrenememiştim. Sevgi, sonradan öğrenilecek bir şey miydi? Belki de değildi. Belki de kimsenin beni, ben olduğum için seveceğine gerçekten inanmıyordum. Herkes bir gün gidecekti hayatımdan ve ben şimdi olduğum gibi yapayalnız kalacaktım. Lise döneminde annemle olan bir tartışmamızda, beni insanları kolay kırabilmekle suçlarken kapının önünde durmuştu. Kapıdan çıkmadan önce bana bakıp " Sen, insanlara böyle davranmaya devam ettiğin sürece yalnız kalacaksın ve yalnız öleceksin" demişti. Bu cümleyi unuttuğumu sanıyordum ama şimdi tekrardan hatırlamıştım. Belki de haklıydı. İstediğim tek şey görülmek ve sevilmekti. Belki de öfkemin sebebi sevgisizlikti ama bunu nasıl isteyebileceğimi bilmiyordum. Sevgi, sonradan öğrenilemeyeceği gibi belki de istenilmeyecek bir şeydi. İnsan, tek başına kalabalık bir caddede yürürken hayatla ilgili çok fazla şey öğrenebiliyordu.

Eve geldiğimde bütün gün hiçbir şey yemeğimi fark etsem de hala yemek yemek istemiyordum. En son ne yemiştim ve nerede yemiştim bilmiyordum. Hızlıca üzerimi değiştirip kendimi koltuğun üzerine bıraktım. Telefon karnımın üzerinde duruyordu ve hala hiç mesaj yoktu. Arayabileceğim kimse yoktu. Merlin'in telefon numarasını bilmiyordum, onu aramalı mıydım, onu da bilmiyordum. Doğru olanın onun bir adım atmasını beklemek olduğunu düşünüyordum. Pişman mıydı? Bu soruya cevap almadan bir adım atmak istemiyordum.

Gözlerimi kapatıp olanları düşünmeye başladığımda içimdeki ses Merlin'i öptüğüm anı düşündüğüm için ne kadar kötü bir insan olduğumu tekrar tekrar söylüyordu. Bu sesi daha fazla duymak istemiyordum. Kollarımı, dizlerimin üzerine bırakıp ellerimle başımı tuttum. Masanın üzerinde duran bilgisayardan her zaman dinlediğim müzikleri açtım. Daha fazla üzüleceğimi bilsem de bundan rahatsız olmuyordum. Üzgündüm ve bu duyguyu sonuna kadar yaşayabilirdim. Şimdi ne olacaktı? Şimdi olacak herhangi bir şeyin ne anlamı vardı? Titreyen dizimden kollarımı çektim. Koltuktan kalkıp birkaç saniye ayakta öylece durdum. Bütün olanları o şehirde bırakmanın bir yolu olsaydı keşke. Buzdolabının önüne geçtim. Bir süre de kapağını açıp o şekilde durdum. Ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Zaman durmuş, bütün amacımı ve düzenimi kaybetmiş gibiydim. Buzdolabındaki yiyeceklerin hiçbirini canım istemiyordu. Rafların arkasında duran bir şişe kırmızı şarabı görünce hiç düşünmeden çıkardım. Uykusuz hissetsem de uyuyabileceğimi sanmıyordum. Uyumak istesem de iç sesim buna izin vermeyecekti. Daha fazla işe geç kalamazdım ve eğer uyumazsam sonraki günlerde de geç kalacakmış gibi hissediyordum. Dolaptan bir kadeh alıp tekrardan koltuğa geçtim. Kadehi sonuna kadar doldurup büyük bir yudum aldım, ardından bir tane daha ve bir tane daha. Gözlerimi kapatıp başımı koltuğa yasladım. İçimde biriktirdiğim bütün gözyaşları ve hıçkırıklar çalan şarkıyla beraber dışarı çıktığında eski bir alışkanlık olarak kendimi tutmaya çalıştım. Evimde olduğumu ve yalnız olduğumu anladığım birkaç saniye içerisinde tamamen kendimi bıraktım. Ağlamalarım benden çıkıp evin duvarlarında dolaşırken durmak için çaba harcamadım. Ağlayabildiğim kadar ağlarken içimden sürekli özür dilemeye devam ediyordum. Bay Stew'in bir yerlerden beni duyma ihtimalini göz ardı edemezdim. Eğer duyuyorsa daha fazla yanında olamadığım için gerçekten üzgün olduğumu bilmeliydi.

Boş şişeye ağlamaktan yorulan gözlerimle baktım. Başımın ağrıdığını ve dengemi biraz kaybettiğimi hissetmeye başlamıştım. Kafamın içinde siren sesine benzer bir ses yankılanıp duruyordu. Koltuktan kalktığımda hafifçe dönen başıma aldırış etmeden yalpalayarak odama geçtim. Başımı yastığa koyduğumda hiç düşünmeden, iç sesimin konuşmasına fırsat vermeden uykuya dalmıştım. Uzun zamandır böylesine rahat bir uyku uyumamıştım. Geçecek diğer günlerde de sadece bu şekilde uykuya dalabileceğimi bilmeden gözlerimi kapattım.

Sevgili EmilyWhere stories live. Discover now