Bölüm 40

2.8K 396 39
                                    

Filistin | Gazze - Haziran 2016

Gazze'nin sıcak havası ona evini, Beyrut'u hatırlatmıştı. Akdeniz'in tanıdık kokusu, sahilin hafif esintisi, dalgaların sesi ona sanki hâlâ Lübnan'daymış gibi hissettiriyordu. Ömer'in sahildeki seyyar satıcılardan aldığı limonataya benzeyen buzlu içeceği pipet yardımıyla peçesinin altından içerken bir yandan da kocasının seri adımlarını takip ediyordu. Buraya geleli neredeyse iki hafta olmuştu ve Ömer,  bir ay daha Gazze'de kalacaklarını söylemişti. Sebebinin ne olduğunu bilmiyordu ama Aişe Gazze'yi sevmişti ve burada kalmaktan hiç şikayetçi değildi. Özellikle de deniz havasına alışık bünyesine Akdeniz'in tuzlu suyunun kokusu o kadar iyi geliyordu ki el-Halil'e dönmeseler bile üzüleceğini sanmıyordu. Ömer de ona Gazze'yi sevdirmeye çalışıyordu. Sahilde gitmeden önce Gazze'deki en büyük ve eski camii olan Gazze Ulu Camii'ni gezmişlerdi. Yüzyıllar boyu hem Moğolların, hem Birinci Dünya Savaşı zamanında İngilizlerin saldırıları nedeniyle hasar görmesine rağmen hâlâ sapasağlam duruyordu taş bina. Gazze gibi, ne olursa olsun ayaktaydı.

Ömer yavaşlayarak birdenbire "Eve dönünce anneni aramak ister misin?" diye sorduğunda Aişe limonatanın genzine kaçmasına engel olamadı ve öksürmeye başladı. "Gerçekten mi?" diyebildi öksürüklerinin arasından. Bu uzun zamandır istediği, ama bir türlü cesaret edemediği bir şeydi.

"Gerçekten tabii. Kaç zamandır görüşmüyorsunuz?" 

Adımları iyice yavaşlamıştı. Ev sahile fazla uzak olmadığı için yürüyerek gidip geliyorlardı. Zaten Gazze'deki akaryakıt sıkıntısı sebebiyle fuzulî araç kullanan neredeyse kimse yoktu. Abluka dolayısıyla akaryakıtın yanı sıra ilaç, inşaat malzemesi gibi hayati gereçlerin girişine de izin verilmiyor, her gün ilaçsızlıktan hayatını kaybedenler oluyordu. Bombardımanların üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen malzeme yokluğundan binalar tamir edilemiyor, yıkılan evleri yeniden inşa etmek imkansız hale geliyordu.

"En son Cambridge'deyken konuşmuştuk." Sorusuna cevap verene kadar aradan geçen zamanı farketmemişti. 

"Eve gidince arayalım inşaallah. Ben de tanışmak istiyorum kayınvalidemle hem" dedi ve gülümsedi. Gülümsemesi o kadar içtendi ki Aişe bu adamın bunca zaman sert bir kaya olduğunu düşünerek ne kadar büyük bir hata yaptığını anladı. Güldüğünde Ömer'in içindeki sevimli oğlan çocuğu ortaya çıkıyordu sanki.

"Olur tabii." Bitirdiği limonatasının boş bardağını yolun kenarındaki çöpe fırlattı. "Ama önce evlendiğimi söylemem gerek." Sırıttı.

"Ah, evet." Ömer bunu yeni hatırlamış gibi kaşlarını kaldırdı. "O zaman kendini azarlanmaya hazırla. Torunum olduğunda mı haber vermeyi düşünüyordun derse şaşırmam." 

Aişe karnına demirden bir yumruk yemiş gibi hissetti. Ömer'in her fırsatta konuyu dönüp dolaştırıp çocuk meselesine getirmesi normal bir şey miydi yoksa Aişe'nin ondan bir şeyler gizlediğini farkedip sorularıyla onu sıkıştırmaya mı çalışıyordu? Ömer'in çocuk konusunda bu kadar sık konuşması kalbinin bin bir parçaya ayrılmasına neden oluyordu. İlaçlarını düzenli bir şekilde kullansa da umudu yoktu. Doktor ameliyatın bile bazen işe yaramadığını söylemişti. Onu cevapsız bırakarak yürümeye devam etti. Yol boyunca bu konuda konuşup eve gözyaşlarıyla dönmek istemiyordu. Bu bir imtihandı ve sabretmesi gerekliydi. 

Peki Ömer'e bunu ne zaman söyleyecekti? Asıl onu üzen şeyin çektiği vicdan azabı olduğunu biliyordu. Ömer ona aşık değildi. Ondan daha iyi bir kız da bulabilirdi. Neden hastalığını evlenmeden önce söyleyip onu bu dertten kurtarmamış, başka biriyle mutlu bir yuva kurmasına engel olmuştu ki? Belki de Ömer'e gidip ikinci bir eş almasını teklif etmeliydi. İbrahim'in eşi Sara gibi. Ama bunu kaldırabileceğini sanmıyordu. Hele ki Ömer'e karşı içinde yeni yeni filizlenen sevgiyi hissederken bunu yapamazdı.

Cennet Rüzgarı ريح الجنةWhere stories live. Discover now