15-Duvarlar

6.2K 904 64
                                    

Yorucu orman yolculuğumuzda başta yok acaba bu yanından geçtiğimiz ne ağacı, şu öten kuşun cinsi neydi diye sohbet edip kendimizi onayladık ama bir süre sonra bacaklarımın dermanı kesildi. Ben öyle yürümeye, spora hele ki doğa yürüyüşlerine hiç alışkın değilim. Prenses bünyem spor salonunda ter atmaya bile katlanamıyor. Nasıl tozun toprağın arasında otuz beş derecelik havada o kadar yolu yürüyeyim?
“Barış, sen beni bırak kendini kurtar. Bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde ben daha fazla dayanamayacağım. Galiba sıcaktan başıma güneş geçti.”
Yol kenarındaki ağacın altına toprak zeminin tozuna, oradan bana saldırma ihtimali olan böceklere aldırmadan çöküverdim.
“Hülya o bakmadan oturduğun yer temiz değil, farkındasın değil mi?”
“Ben de temiz değilim zaten, kan ter içinde kaldım. Görmüyor musun?”
İki saniye kadar beni inceleyip sonra yüzünde şefkatli bir gülümsemeyle yanıma oturdu. Ona taşıttığım çantamdan çıkardığı su şişesindeki sudan biraz elime dökerek beni serinletmeye çalıştı.
“Dinlenelim ister misin biraz burada?”
“Bence biz otağımızı bu ağacın altına kuralım, bundan sonra burada yaşayalım.”
Gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı ve kolunu omzuma atarak beni kendisine doğru çekti.
“Bana uyar, ben yaşarım da iki gün sonra sen mızıkçılık yapmaya başlarsın.”
“Eminim yaşarsın.”
Yüzümü onunkine çevirip gözlerine baktığımda öyle bir ifade gördüm ki sanki ona bu ağacın altına benim için ev yap desem yapacakmış gibi bakıyordu bana.
“Barış…”
“Efendim canım?”
“Hiç kimseye, özellikle de bir kıza böyle bakmamalısın.”
“Nasıl bakıyor muşum ki sana yine?”
“Senden bunu istesem dünyayı ayaklarıma serebilecekmişsin gibi. Bunlar çok tehlikeli vaatler.”
Hafifçe öksürdü ve kolunu omzumdan çekmese de aramıza biraz mesafe koydu.
“Tabi bunlar benim yapamayacağım şeyler, sadece bakışlarla vaatte bulunabiliyorum. Ama karşımda zeki biri olunca tehlikesi de kalmıyor bence.”
“Yapamazsın demedim ama yapmazsın. Yapma da zaten kimse için, bu dünya sevginin, verdiğin değerin, emeğin karşılığını sana vermeyen insanlarla dolu. Hayatında kendini değil de çevrendekileri üst sıraya koyarsan seni bırakıp gittiklerinde listenin en altında tek başına kalıverirsin. Hayat böyle, başkalarına verdiğimiz değer bizimkini düşürüyor.”
Beni onaylamadığını göstermek istercesine başını iki yana salladı.
“İnsanın sevdiklerine verdiği değer kendisininkini azaltmaz aksine onu da yüceltir. Ayrıca sevgi karşılık ekleyerek hissedilen bir duygu değil ki, içinden geldiği için birini seversin.”
“Belli, bu yaşına kadar kimse senin kuyruğuna basmamış, canını yakan olmamış. Böyle iyilik timsali gibi, sevgi kelebeği gibi konuşabiliyorsun.”
Ayağa kalkarak üzerindeki tozları silkeledi ve manidar bir şekilde yüzüme baktı.
“Peki, sana ne yaşattılar da bu kadar karamsar ve katısın bu konularda?”
“Düğüne üç gün kala nişanlımı evimizin yatağında bir çakma sarışınla bastım. Yetmez mi?”
“Yeter ama sen o günden sonra böyle olmadın ki, öncesinde de aynı fikirlere sahip olduğunu kendin söyledin.”
Gülerek omuz silktim.
“Özel bir sebebim yok, gerçekçiyim ben.”
Bana doğru eğilerek inanmadım dercesine yüzümü inceledi ve elini uzattı.
“Hadi devam edelim, bak az kaldı.”
“Biraz daha oturalım ya daha iki dakika oldu. Soluklanayım azıcık daha.”
“Hava kapadı ama bak, yağmur sıcağı bu. Birazdan indirirse ıslanacaksın.”
Başımı griye dönmüş gökyüzüne şüpheyle çevirip itiraz ettim.
“Haziran ayının ortasındayız, ne yağmuru?”
“Sen hiç duymadın mı? İzmir’in havasına, kızına güven olmaz. Dengesizdir.”
Küçümseyen bir bakış göndererek elini tuttum ve yardımıyla ayağa kalktım.
“Birilerinin canını yakmış bir İzmirli kız, sonra da ortaya böyle laf atmışlar. Acaba ne yaptılar da o İzmir’in kızları karşılığında misilleme yaptı? Elde edemediğine çamur atmak zaten erkekliğin şanında var. Yok Kezban, kaprisli, yollu…”
İç geçirerek yürümeme destek olmak için koluma girdi.
“Öyle kalıplaşmış bir söz diye ben de söyleyeyim dedim. Cidden huyun bazen balla baklavayla çekilecek gibi değil Hülya.”
Ben demiştim işte ona davulun sesi uzaktan hoş gelir diye. Aniden kulaklarıma dolan gök gürültüsüyle başımı yeniden gökyüzüne çevirdim.
“Hayda… Lütfen ama bari bu olmasın! Ya ne güzel işler yoluna girmeye başlamıştı bu uğursuzluk gene mi buldu da düştü benim peşime? Of Allah’ım niye ben?”
“Bölmek gibi olmasın ama biraz hızlanalım mı?”
“Hızlansak işe yarayacak sanki. Ya barış, ben gerçekten çok yoruldum. Evin yolunu bulamazsan ne olacak?”
Belime sarılıp bedenimin yükünü benimle paylaştı.
“Tamam, canım. Geldik sayılır bak söz az kaldı.”
Biraz daha yürüdük ama yaz yağmuru bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı. Allah’tan hava soğuk değildi de çok olumsuz etkilemedi ama yine de soğuk duş etkisi yarattı tabi. Önüme yapışan ıslak saçlarımı çekmeye çalışarak onun sıcaklığına sığındım ve o hiç beklemediğim bir şey yaparak beni kucağına aldı.
“Barış! Ne yapıyorsun? Ben göründüğüm kadar hafif değilim bak belini inciteceksin.”
Hayır, o belini incitip adım atamayacak hale geldikten sonra ben bu ıssız yerde ne yapacağım? Ben daha kendime sahip çıkamıyorum.
“Öyle oturduğun yerden kahraman olunmuyor, ne yapacaksın?”
Açıkçası bunlar biraz şov kokan hareketlerdi. Yani Beni kaç dakikalığına, kaç kilometre kucağında taşıyabilir ki? Yine de hoşuma gitti, yüzüme çarpan yağmura inat içim ısındı. Keşke her ayağım tökezlediğinde, yoruldum dediğimde bana böyle destek olacak, gerektiğinde kucağında taşıyacak biri hep yanımda olsaydı. Boynuna kollarımı sıkıca doladım, her ne kadar itiraf etmek istemesem de taşınmanın özellikle de onun kollarında taşınmanın bencilce tadını çıkardım. Gözlerimi çenesine sabitledim ve bakışlarımı bilerek oradan ayırmadım. Gözlerine bakarsam ne hissettiğimi anlamasından korktum çünkü. Kısa süre sonra ise adımı söyleyerek başıyla karşıyı işaret etti.
“İşte geldik, sana söylemiştim az kaldı diye.”
İddia ettiği kadar bakımsız durmayan, iki katlı, bakımlı, sevimli çitleri ve büyük bahçesi ile bizi bekleyen su yeşili eve baktım.
“Burası mı?”
“Burası babaannemlerin yazlığı, evlerimiz birbirine yakındı. Hâlâ tatillerde geliriz, yani en azından daha temiz ve bakımlı diğer evden.”
“Bahçesi de güzelmiş.”
“Bir Ahmet Ağabey var, sağ olsun bahçenin bakımını düzenli olarak yapar.”
Kucağından inmek için kıpırdandım ama izin vermedi.
“O kadar taşıdım oldu olacak kapıya kadar bırakayım.”
“Bırak şimdi şovu, eve yaklaştık nasılsa diye kucağına aldın beni değil mi?”
“Öyle ya da böyle kollarımda taşıdım ya seni buraya, sen sonuca bak.”
Söylediğini yaparak beni bahçeden geçene kapının önündeki tırabzanların altında yağmurdan korununcaya kadar taşımaya devam etti. Ayaklarım yere değdikten kısa süre sonraysa kapıyı açıp elimden tutarak beni beraberinde içeriye soktu. Ayakkabılıktan giymem için misafir terliği verdi ve sırılsıklam olmuş spor ayakkabılarımdan kurtuldum. Saçlarımdan ve giysilerimden etrafa su damlıyordu.
“Şu halimize bak, donumuza kadar ıslandık.”
Suyun vanasını ve elektrik sigortasını açtı bana misafir odasının kapısını gösterdi.
“Hemen sıcak suyla duş al, iyi gelir. Misafir odasının yanında banyo da var burada, alt katta, dolapta da havlu var.”
“Sonra ne giyeceğim peki üstüme?”
Elbisemin üstüme yapışmış, ıslak haline kısa bir an bakıp omuz silkti.
“İstersen gençlik yıllarımdan kalma tişört, eşofman falan bulup getireyim? Bavullar arabada kaldı biliyorsun. Moda anlayışına ters benim giysilerim ama idare edeceksin artık.”
Islak olduğum için haliyle ona cevap vermek yerine direk banyoya girdim ve sıcak suyla banyo yapıp kendimi dip köşe temizledim. Duştan çıkıp havluya sarındığımdaysa yeni kıyafetleri beklemeden banyoya girdiğimi hatırladım. Banyonun kapısını usulca açarak başımı dışarıya uzattım.
“Barış! Neredesin? Hani bana giysi getirecektin?”
Biraz bekledim karşılık versin diye ama sesi çıkmayınca parmak ucumda banyodan çıktım ve mutfağa, salona baktım. Nereye gitti bu şimdi ya? Merdivenlere doğru yönelerek yeniden seslendim.
“Barış!”
Çıplak ayaklarıyla ahşap merdivenleri inerken bir taraftan da üstüne kuru bir tişört geçiriverdi.
“Geldim! Beklemeden girmişsin banyoya, ben de sen çıkana kadar duş alıp üstümü değiştirdim. Malum bende ıslandım aynı yağmurda seninle.”
Elinde tuttuğu tişört ve şortu bana uzatırken bakmıyormuş gibi yapmaya daha doğrusu fazla bakmamaya çalıştı ama beceremedi. Neticede karşımdaki adam Barış da olsa öyle banyodan çıkmış, havlulu halde görünce gözüne hâkim olamıyor işte. Kıyafetleri hemen elinden kaparak misafir odasına koştum. Şort her zamanki gibi bana öyle bol oldu ki bağcığını sıkarak belime göre daraltmaya çalıştım. Barış’ın Metallica tişörtü zaten göz yaşartıcıydı. Neredeyse şortu giymesem de üstümde elbise gibi duracak maşallah.
Yanına, salona döndüğümde şarjdaki telefonundan birilerini arıyordu. Koltukların üstünde bir örtü, toz bile bulamayınca şaşırdım. Bu ev nasıl bu kadar temiz olabilir ki? Tabi Barış ben daha sormadan durumu açıkladı.
“Bizim bahçeyle ilgilenen Ahmet Ağabeyin eşi var Gülizar Abla, babaannem onu arayıp rica etmiş. Toparlamış evin içini, alışveriş de yapmışlar birazdan geliriz arabayla dediler onları aradım ben de şimdi. Malum, babaannem senin titizliğini biliyor. Tüm hazırlıklar senin için anlayacağın.”
Mahcup bir şekilde gözlerimi etrafta gezdirdim.
“Zahmet etmişler, o kadar telaşa hiç gerek yoktu.”
“Olur mu öyle şey? Her gün evimizde prenses ağırlamıyoruz sonuçta.”
Yandan bir bakış atarak suratındaki yarım gülümsemeyi izledim.
“Barış, alay etme.”
“Etmiyorum zaten.”
Beni merakımdan vurarak evi gezdirmeyi teklif etti. Tabi hemen teklifin üstüne atladım. Üst kattaki ebeveyn yatak odasını, başka bir misafir odasını ve en son da Barış’ın odasını gezdik. Onun kapısına geldiğimizde beni heyecanlandırmak için elimi tuttu.
“Ne?”
“Girmek istediğinden emin misin? Ergenliğimin en karanlık günleri bu odada geçti.”
“Zaten o yüzden girmek istiyorum canım.”
İçeri girdiğimde eski tek kişilik yatağına, duvarlarda müzik gruplarına ait posterlere, kitaplığına ve çalışma masasına bakıp gülümsedim.
“Hiç değiştirmemişsin burayı.”
“En son bir yedi yıl önce falan geldim herhalde.”
“Neden?”
“İş güç işte, sık sık yurt dışına da çıkıyorum. Son yıllarda orta doğu hep karışıktı. Irak, Arap baharı, Suriye, Filistin… Babaannem de bensiz gelmek istemedi. Hem seviyorum buranın bu değişmeyen halini.”
Etrafı karıştırma isteğiyle kitaplığına doğru yürüdüm ve izin istercesine ona baktım. Başını hafifçe sallayarak beni onayladığında da hevesle kitaplarına doğru eğildim.
“Çalıkuşu!”
“Sever misin?”
“Dalga mı geçiyorsun? En sevdiğim kitap, kaç defa okuduğumu bilmiyorum.”
“Ben de severim.”
Diğer kitapları da hevesle raftaki yerlerinden alıp gülümsedim.
“Uğultulu tepeler, Jane Eyre, Romeo ve Juliet, Aşk ve Gurur, Sinekli Bakkal, Yaban…” Sırıtarak Gulyabani’yi gösterdim.
“Gulyabani’yi okuduğumda on dört yaşındaydım. Kitabı elimden bırakamadığım için okula uykusuz gitmiştim.”
“Entrika kraliçesi olmadan önce kitap kurduydun yani.”
“Hiç de bile, ben hâlâ kitap okurum.”
“Tabi canım, erkeğinizi elinizde tutmanın on yolu, partnerinizi evliliğe nasıl ikna edersiniz, yok efendim…”
“Sallama Barış!”
Ellerini omuzlarıma koyarak beni kendisine doğru çevirdi.
“Senin o saçmalıklara ihtiyacın yok. Bu yüzden uğraşıyorum.”
“Elbette ihtiyacım yok.”
“O zaman niye rahat durmuyorsun? Buradan döner dönmez annenin düğününe gidebilmek için birini bulmaya çalışacaksın, yani avlanacaksın.”
Yargılayan bakışları karşısında rahatsız hissederek yutkundum. Çalışma masasına yaslı halde duran gitara baktım.
“O düğüne yalnız gidersem insanların diline düşerim. Düğünümün iptali yeterince küçük düşürücüydü zaten. Bir de annemle kız kardeşimin enden önce evlenecek olması, üstelik benim yalnız oluşum…”
“Sen yalnız değilsin ki. İstersen o düğünlere seninle gelirim, biliyorsun.”
Elbette biliyorum ama ben ne insanları ne de kendimi kandırmak istemiyorum.
“Sana söylemiştim, herkesle olur ama seninle olmaz. İnsanlara seni sevgilim gibi tanıtıp yalan söyleyemem. Ayrıca bunu yaparsak sadece günü kurtarmış oluruz.”
“Bence sadece günü değil senin geleceğini de kurtarmış oluruz. Hayatında ikinci bir Kenan vakası mı istiyorsun? Ya bu defa düğünden sonra öğrenirsen adamın gerçek yüzünü? Sevmediğin biriyle hayat geçmez Hülya.”
“Sanki sevdiğin biriyle geçer de. Sevdiğinin sana verdiği zarar canını yakar. Ama sevmediğin biri kazık atsa da koymaz. Çünkü zaten ona güvenmezsin, ondan her şeyi beklersin. Birkaç güne toparlanıp ayağa kalkabilirsin. Ben Kenan’a âşık olsaydım bana yaptığı şeyi atlatabilir miydim sanıyorsun?”
Ergenliğim annemin bitmek bilmeyen depresyonunu uzaktan izlemekle geçti benim.
“Güvenmediğim, bana yabancı biriyle hayatımı geçirmektense yalnız kalmayı tercih ederim.”
“Senin için konuşması kolay tabi, özgür gazeteci. Kız kurusu diye arkandan konuşacak yok, seni tehdit eden bir biyolojik saatin yok, arkadaşların evlendikçe sona kalan bekâr oldun diye seni dışlayan da yok. Kendine kurduğun dünyada hayat sana güzel.”
Bezginlikle iç geçirdi ve ellerini eşofmanının ceplerine sokarak kapıya doğru yürüdü.
“Senin şu kafanı değiştirebilmek için ne yapmam gerek benim hiç bilmiyorum. Ama seni saçma sapan şeyler yaparken bir köşede izleyecek değilim. Gözümün görmediği yerde yap en azından.”
Peşinden çıkmadan önce gitarın tellerine bir anlığına dokunarak ses çıkardım ve kendi kendime mırıldandım.
“Sen de haklısın tabi, göz görmeyince gönül katlanacak inşallah.”
Yürümeyi keserek aniden benden tarafa döndü, bunu o kadar hızlı yaptı ki neredeyse yürümeye devam edip ona çarpacaktım.
“O işler öyle basit olmuyor ne yazık ki.”
“Sen beni nasıl duydun be? Uzaylı mısın sen?”
“Nereden bildin?”
Arkasını dönüp beni beklemeden odadan çıktı. Sinirlenince nasıl da çocuk gibi küsüyor ama keçi. Arkasından koşarak sırnaşık bir şekilde koluna yapıştım, çenemi omzuna koydum.
“Tamam, kızma bana. Küsme öyle.”
“Küsmüyorum Hülya, senin iyiliğin için konuşuyorum.”
“O zaman şöyle yapalım. Sen benim yanımda olduğun sürece saçma sapan dediğin şeyleri yapmayacağıma söz vereyim. Sen de bana küsme, kızma bir daha.”
Benim ağzımdan çıkanı kulağım duyuyor mu acaba? Ne söylediğimi fark ederek dilimi ısırdım. O da şaşkınlıkla bana baktı. Bu nasıl bir söz vermek ya? Niye böyle bir cümle kurdum şimdi?
“Bunlar tutması zor sözler Hülya, üstelik senin için. Sırf ben istiyorum diye kendi doğrundan mı vazgeçeceksin?”
“Sen de ben öyle istiyorum diye bir sürü şey yapmadın mı benim için, benimle birlikte?”
Utançtan tüm yüzümün yandığını hissederek duvarda asılı duran tabloya bakmaya başladım.
“Yaptım, uslu durman için yapmaya devam da ederim.”
“Niye?”
Yanağıma dokunarak tabloya değil ona bakmamı sağladı.
“Kahramanın olmak hoşuma gidiyor. Sen niye sana küsmemem için sözümden çıkmayacağını söylüyorsun?”
“Her sözünden değil bu sözünden çıkmayacağım. O da yanımda durduğun sürece. Sebebi de çok açık. Bugünlerde kişisel kahraman bulmak ne kadar zor haberin var mı? Seni kaybedemem.”
Kol kola merdivenlerden inmeye başlarken sırıtarak göz kırptı.
“Kaybetme o zaman, sen kafana koyduğun her şeyi yaparsın.”
Neyse ki kapı çaldı da ortasına düştüğüm derin, tehlikeli sulardan kurtuldum. Ama Barış kapıyı açsın diye bıraktığım kolunu yine omzuma attı ve benimle sarmaş dolaş halde Ahmet Ağabey ve Gülizar Abla’ya kapıyı açmayı tercih etti. Ben de bu sırada ona verdiğim sözü düşündüm. Cidden Barış’ı kaybetmemek bu kadar önemli mi? Ona böyle bağlanmanın delilik olduğunu bile bile kendimi geri çekemiyorum ben. Belki de milyonuncu defa kendimi aynı soruyu sordum. Burada bu adamla ne yapıyorum ben? Bana ne yaptı böyle de bu hale geldim? Amacım onun duvarlarını yıkmakken nasıl kendiminkileri yerle bir edebildim?

Mucize Aranıyor (Tamamlandı)Where stories live. Discover now