2. Dalda Umut Var

27.6K 1.8K 1.5K
                                    



*


2016


HAZİRAN




Bugün on sekiz yaşımı doldurdum. On yediden ya da on altıdan farkı olmayan bir sene daha hızla akıp geçti. Dizilerde falan on sekizin büyülü bir yaş olduğunu söylüyorlar. Bütün gün bir kenardan "cee" diyerek bir sihrin fışkırmasını bekledim. Öyle bir şey olmadı. Kendi çapımda bugünü diğerlerinden farklı kılmak için bir şey yapmak istedim. Düşündüm, düşündüm, düşündüm ve ne yapabileceğime dair aklıma hiçbir şey gelmedi. Kısa bir an bugün ders çalışmasam, test çözmesem mi dedim ve hemen ardından kendime bir tokat attım. "Kendine gel Bahar. İstanbul'a giden yolda durup dinlenemezsin. Ayakların çatlayıp patlayana kadar yürümeli, onlar iptal olursa da sürünmelisin. Ama durmak yok."

Sınava altı gün kala böyle bir ahmaklığı elbette yapmadım. Bir süredir okula da gitmiyorum. Annem her sabah sekizde beni uyandırıyor ve geri kalan tüm saatler bir öncekinin aynını tekrar ediyor. Koca bir sayfaya aynı cümleyi sığdığı kadar yazmak gibi bir şey benim ömrüm. Başka bir cümle kurmaya kalksam koca sayfada nasıl garip durur düşünebiliyor musunuz?

Yine de bu sabah sıradan bir "sabah oldu" nidasıyla uyanmış değilim. Annem gelip beni öperek uyandırdı. Tatlı bir andı, gün içinde birkaç kez aklıma geldi. Akşamüstü kendi elleriyle bana pasta yaptı. Her ne kadar o pastayı akşam yemeğine müteakip dedemin "gavur icadı işlerle uğraşıyorsunuz" deyişiyle "tövbe estağfurullahı" arasında mum üflemeden kesmiş olsak da, pastanın tadı güzeldi. En sevdiğim meyveden, muzlu çikolatalı. Kendi on sekiz yıllık ömrüme bir kıymet biçemesem bile annem için önemli ve özel olduğumu düşünüyorum, bu da beni mutlu ediyor. Ama sonra bu işin böyle olmaması gerektiğini düşünüyorum. Yani benim ömrümün kalanı böyle olmamalı. Yeni bir sayfaya, başka başka cümleler yazmalıyım artık. Ne olduğunu, nerede olduğunu bilmediğim cümlelerden bahsediyorum.

Öğlen Lale aradı. Yarın uğrayacakmış yanıma, bugün çarşıya inmeleri gerekiyormuş yoksa kesin gelirmiş, bilgisayarını da getirirmiş, film izlermişiz, geçen bir film izlemiş, çok güzelmiş, benim de mutlaka izlememi istiyormuş, başroldeki adam -adını da söyledi de ben unuttum- çok yakışıklıymış, İstanbul'da gördüğümüz çocuktan bile yakışıklıymış... Tırı vırı şeyler. Sınavda da film anlatırım artık.

Çok da lazım değil Lale bana ama "gelme" diyemedim. Ona da pasta ayırdı annem, kalan pastayı da çocuklar yesin diyerek abimin kolunun altına kıstırdı. Yatağa yatmadan önce gidip Lale'ye ayırdığımız pastayı da yemek istedim de, tuttum kendimi. Bütün bunları kendi kendime konuşmaktan sıkılınca Cücü'ye anlatırım. Cücü, ufak yeğenimin ısrar kıyamet ağlayarak abime aldırdığı bir kuşçağız. Alındıktan on gün sonra bizim eve postalandı. Yengem sesine dayanamıyormuş. Öyle ötüp duran bir kuş da değil, neyine tahammül edemediğini bilmiyorum. Ama genel itibariyle huysuz bir kadın olduğundan şuncacık kuşun sesini sevmemesi de kendine has bir şey. Neyse, dedem de hoşnut kalmadı kuşun varlığından ama parayla alındığı için dağa taşa salamadı kuşu. Minik kafesinde kaldı Ercüment. Adını abim koymuş. Çocuklar Cücü dediği için ben de aynı çirkin isimle kendisine seslenmeye devam ettim. Bize geldi geleli pek ötmüyor da zaten. İki karışlık kafeste hapis olan Cücü benim bu evdeki esaretimle özdeş bir hayat sürüyor. Bu yüzden ona dert anlattığım zaman beni anladığını düşünüyorum. Duman grisi, yanakları turuncuya boyanmış gibi duran, komik gagası olan bir kuş. Benim de saçlarım sarıdır. Kimine göre koyu sarı, kimine göre açık kahverengi. Onun tüyleri uysal, benimkilerse yer çekimini yok sayarcasına kıvırcık. Gerdanındaki beyazlık benim genel ten rengim. Komik gagasını da kemikli yüzüme benzetiyorum. İkimiz de çirkiniz. Bir çatal pastayı da onun kafesine boca ettim. Pek sevmiş gibi durmuyordu ama hayat önümüze çıkanı yediriyor bize, umduklarımızı değil. "Eee Cücü" dedim ona. "Sana oliebollen mi nedir ondan vermediğim için kusura bakma. Çünkü ben de hiç yemedim." Melun melun baktı yüzüme, ne yapsın.

Uyumadan Önce Tuttuğum DilekWhere stories live. Discover now