33. Başımızda Uçan Kuşlar

25.4K 1.6K 1.8K
                                    


Tramvaydan Tophane'de indi. Sırtını denize dönüp dar sokaklardan birine saptı. Birkaç dakika sonra genç binaları ardında bırakmıştı. Girdiği her sokak ona aynı şeyi söylüyordu. "Beyoğlu'ndasın." Eski evim ya da eski mahallem diyebilecek kadar çok zaman geçirmiş miydi burada? Bir buçuk yıllık zaman dilimi "benim" demeye yeter miydi? Düşündü, düşüne düşüne yürüdü. Güneş gözlükleri her adımda burnundan kayıyordu. Terliyor olmalıydı. Bir elini yüzünde gezdirdi, evet terliyordu. Saçlarını toplamak istedi, yapamadı. Neden?

Yürüdükçe sokaklar eskidi, evler renklendi, yol kalabalıklaştı. Güneş, o günü bitirmek üzereydi, yorgun bir şekilde evine dönüyordu; insanlar gibi. Başını kaldırdığında gökyüzünde puslu bir mavi görüyordu. Nemli bir sıcak ve kavruk esen akşam rüzgârı yol arkadaşıydı. Yoldaki diğer gürültüleri kulağı duysa da zihni anlamıyordu, onlara aldırış etmedi. Sokak dört kola ayrılınca köşe başında durdu. Nereye?

Yollardan biri ona kuleye götürürdü, diğeri kestirmeden denize. Diğer ikisini bilemeyip telefonuna bakma gereği duydu. Sonra sol çapraza -güneybatı mıydı bu?- döndü ve girdiği sokağı bitirene dek başını yerden hiç kaldırmadan yürüdü. Kalbinde kum fırtınası, aklında kasırga vardı. Her hâlükârda göz gözü görmüyordu, bu yüzden varacağı yeri ya da orada ne yapacağını düşünüyor değildi. Fazla gürültü mutlak sessizlikle eş değerdi ya hani... İşte bu yüzdendi içindeki boşluk hissi. Sonsuz bir karanlıkta yol alıyor gibiydi. Karnı guruldadı. "Korkudan," dedi kendisine. Dili kurudu "korkudan" dedi yine. Bir sigara yaksa... Kokardı. İçmemesi bundan oldu.

Sokağın sonuna geldiğinde daha ne kadar yolu kaldığına bakmak için telefona sarıldı. Henüz haritaları kurcalamadan, yolun karşısından gelen gürültüye kulak kabarttı. Bir grup insandılar, kalabalık sayılırlardı. Ellerinde kadehlerle poz veriyor, gülüşüyor, eğleniyorlardı. Kapıyı andıran büyük pencerelerle örülü bir galerinin önünde duruyorlardı. Tam da arkalarında okulda gördüğü afişin çok daha büyüğü, bütün siyahlığıyla yer edinmişti. Burasıydı.

Dizleri titredi, ayakları bir anda durdu.

Kapı önünde öyle çok insan vardı ki, tuhaf bir farkındalıkla bedenini önünde durduğu binanın kolonları arasına sıkıştırdı. Takip ediliyormuş gibi sağına ve soluna bakınmaya başladı, beş on metre ötesindeki ara sokağa saptı, fazla ilerlemeden arkasına baktı. galeri gözden kaybolunca da ürkek adımlarla sokak ağzına yanaşıp kalabalığı gözlemeye başladı. Ozan da orada mıydı? Olsa görmez miydi? Peki kimdi bu kalabalık? Ozan'ın arkadaşları mı? Yutkundu. Kurumuş boğazı öksürmesine neden oldu, başını eğdi. Sırtını yaşlı bir binanın duvarına verdi. "Ne bekliyordun ki?" dedi kendisine. "Boş bir salonda Ozan'la buluşmayı mı?"

"Bilmem," diye cevap verdi masumca. "Böyle, bu kadar kalabalık olacağını bilemedim."

"İskeçeli kızım o!" dedi bir ses. "Kaç tane arkadaşı var bilmiyor musun? Nasıl sevildiğini unuttun mu?"

Dayanamayıp sigara paketini çıkardı çantasından. Sigarayı yakarken çakmağı tutan eli titriyordu. Alnında ter, gözünde yaş birikince kendi ekseni etrafında döndü. "Aptal Bahar," dedi bir ses. "Aptal Bahar!"

Hemen ona karşılık verdi bir başkası. "Sen çok güçlüsün, sen çok güçlüsün. Sergi, senin sergin. Ozan öyle dedi. Sen çok güçlüsün. Çok güçlüsün. Söndür şu sigarayı. Söndür! Ozan seni bekliyor. Ozan seni bekliyor."



*



Telefonu titreyince heyecan ve korkuyla cebine uzanıp çıkardığı telefonun ekranına baktı Ozan. Oğulcan'ın adını görünce hem sakinleşti hem de hayal kırıklığına uğradı.

Uyumadan Önce Tuttuğum DilekWhere stories live. Discover now