üç | s e s s i z

226 39 16
                                    

üç | s e s s i z

Saçlarım birbirine dolanmış bir şekilde evden çıktım. Merdivenleri gürültüyle indim, adımlarım acı çığlıklar attıracak kadar sert iniyordu betona.

Nerede benim bankım, diye ağıtlar yakacak kadar psikolojim bozulmuştu. Beni sadece o göl ve o bank ve o ağaç rahatlatıyordu. Ve şimdi âşık olduğumdan değilde anneme olan sinirimden karnımda kelebekler uçuşuyordu. Zaten âşık olununca neden kelebekler uçuşur? Ceylan sekecek benim karnımda. Evet, ceylan ve şimdi  âşık olduğumdan değilde anneme olan sinirimden karnımda ceylan sekiyordu. Kelebekler fazla renkli ve fazla az yaşıyorlardı, benim için bile azdı. Yaşamaktan nefret edecek kadar zamanım olmazsa ölmek için neden can atayım?

Sonunda göl kenarındaki banka ulaşmıştım. Çantamı gelişi güzel atıp suya yaklaştım. Hafifçe çömelip elimi suyun üzerinde uysalca gezdirdim. Suyu seviyordum, yüzmekten korkardım ama yine de suyu seviyordum. Tenimdeki etkisini, akışını, şeffaflığını. Temiz, içi dışı bir, bir insanın asla sahip olamayacağı kadar saftı. Suydu, işte. Hem kirli bedenlere giren hemde onlara yaşama gücü veren mucizevi bir şeydi.

Doğrulup elimi üzerime silmeden hafifçe sallayıp su damlalarını etrafıma sıçrattım ve banka gidip bağdaş kurdum. Dirseğimi bacağıma, çenemi avuç içime yaslayıp gözlerimi kapadım.

Annemle kavga etmiştik, rehber hocamız- fotokopici Serap- annemi aramış pazar günü yapılacak kahvaltıdan bahsetmiş. Neymiş efendim, sınıf içi kaynaşma için gerekliymiş. Yesinler.

Gözümden bir damla yaş akarken şu an yaptığım saçmalığa bir anlam yüklemeye çalışıyordum. Tamam, sınıfta arkadaşım olmayabilirdi. Sadece dersler için bir kaç kişiyle konuşmak zorunda kalmasam çenem hiç açılmayacak da olabilirdi. Sınıfın en kutsal yerinin en arka sıra olduğunu savunup orada oturuyor da olabilirdim ama bunların hiçbiri pazar günü o iğrenç yaratıklarla birlikte kahvaltı yapmamı gerektirmezdi.

Yanıma birinin oturduğunu duyunca kambur durduğumu fark edip dikleştim ve bacaklarımı banktan sarkıttım.

Başımı onun tarafında kalan aya çevirme bahanesiyle siyah kapüşonuna baktım. Kendi kendime bahane üretiyordum, saçmalığa bak. Yakında kendi kendime âşk itirafında da bulunurdum, kesin. Yapmadığım şey değildi sonuçta.

İlk yanıma oturduğu gün, o gözden kaybolmadan önce arkamı dönüp bakmıştım. Aynı hırka ve yine aynı siyah ceket vardı üzerinde. Ceketi çok güzeldi, ilerleyen günlerde üşüyor numarası yapıp omuzlarıma bırakmasını sağlayabilirdim. Sonra gelsin meydanlar, bulvarlar.

Bakışlarımı ondan çekip yan gözle dolunaya baktım. Üzerimdeki bu öfkenin tüm suçlusu dolunaydı. Hâlâ anneme sinirliydim ve akrebin onu yelkovanın on ikiyi göstermesine rağmen hâlâ gitmek için içimde gram şevk yoktu.

Biraz daha onun yanında onun nefesini dinlemek istiyordum. Onun sesinin bana ilan-ı âşk ettiğini düşlüyordum. Başımı son kez kapüşonlu adama çevirdim. Öyle muntazam bir şekilde kapatmıştı ki kendini, burnunun ucunu bile göremiyordum.

Sessizdi, sessizdim. Sessizdik. 

Boğazımın üzerine bir şey oturmuştu. Bir balina, evet, bir balina... Öküzün oturmasındaki lüzum ne?

Yine sessizce kalktım yerimden, sessizce yürüdüm eve doğru.

Yolda gördüğüm bir Karahindiba'yı üzerindeki tohumları düşürmemeye çalışarak kopardım.

Küçükken mahalledeki çocuklardan duyduğuma göre dilek dileyip Karahindiba'nın üzerindeki tüm tohumları uçurmayı  başarabilirsek dileğimiz gerçekleşirmiş.

Gözlerimi kapadım ve kaldırımın ortasında dileğimi diledim. Tabii ki de pazar günkü kahvaltıyla ilgisi yoktu, daha özel ve daha güzeldi.

Şimdi tek yapmam gereken elimde kalan sapı toprağa gömmekti.

Kemirgen Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin