Bölüm 41: Geçmişin Anahtarı

61.5K 4K 6.2K
                                    

-Balıklar...

İrili ufaklı, siyah bir yığın halinde üzerime gelen çok fazla balık... Çocukluğuma dair hatırladığım ilk anı bu.

Dört yaşlarındaydım. Babamla bir göl kenarındaydık. Bana anlatılana göre, babam balık tutuyor bense kovada çırpınan balıkları seyrediyordum.

Sonra birden bir el yakalarımdan tutup beni havaya kaldırdı. Etrafımızda bazı kalabalıklar oluşmuştu. Birileri babamın kollarından tutup hareket etmesini engellerken, beni kucağına alan adam göle doğru yürümeye başladı. Sonra birden durdu. Beni kolumdan kavrayıp tıpkı bir raket sallar gibi gölün içine savurdu.

Kasım ayıydı. Göl soğuktu. Çok soğuktu. Vücudum gölün tabanına değdiğinde sırtımda bir ağırlık hissettim. Adam, suyun yüzeyine çıkmamam için ayağıyla sırtımı bastırıyordu. Önce çırpınmaya başladım. Ama ben çırpındıkça etrafımdaki balıklar hızla hareket edip sağa sola kaçıyordu. Kimisi yüzüme çarpıyordu, kimisi karnıma...

Korktum. Balıklar üzerime gelmesin diye hareket etmemeye karar verdim. Ama ben kımıldamasam da balıklar hiç azalmıyordu. Küçük, siyah gözleri vardı. Her birinin, siyah, yuvarlak, küçük gözleri... Yanımdan geçerken bana bakıyorlardı. Tıpkı, benim az evvel onların kovadaki çırpınışlarını izlemem gibi... Onlar da benimkini izliyordu. Dayanamayıp gözlerimi kapadım.

'Baba' diye bağırmak istiyordum. Ama ağzımı her açışımda dışarıya kelime çıkmıyor, aksine içeriye bir şeyler giriyordu. Soluk boruma, ciğerime kadar... Ağzımı açmam su yutmak dışında hiçbir işe yaramıyordu. O an ben hiçbir işe yaramıyordum. Hareket edemiyor, gözlerimi açamıyor, sesimi çıkartamıyordum. Tıpkı felçli bir hasta gibi...

Adam, yaklaşık iki dakika sonra ayağını sırtımdan çektiğinde hızla yüzeye çıktım. Etrafı bulanık görüyordum. Bir yandan çırpınıyor, bir yandan da öksürüyordum. Bağırmaya başladım. Soğuktan tüm vücudum uyuşmuştu. Kulaç atamıyor, suyun içinde bir batıp bir çıkıyor, hiçbir yere ilerleyemiyordum.

Sonra birden bulanık görüntü netleşmeye başladı. Maviliğin dışından, içine doğru yeşil bir renk hareket ediyordu. Hızla ve hızla... Yeşil renk, bana doğru yaklaşıp iki koluyla beni tuttuğu gibi soğuk gölün içinden çıkardı. Gözlerimi hafifçe aralayıp yeşil renge doğrulttuğumda karşımda soluk soluğa kalmış kamuflajlı bir asker gördüm.

O gün iki şey öğrendim. Birincisi, babamın düşmanları vardı. Ve ikincisi askerler onları yenmişti. Eğer ben de... Ben de bir asker olursam ben de onları yenebilirdim. Babamı, ailemi koruyabilirdim.

+O gün mü karar verdin asker olmaya? (Gözümden süzülen bir damla yaşla, Yağız'ın konuşmasını bölmüştüm.)

-Kahramanlık hikayeleriyle büyüyen sıradan bir erkek çocuğuydum. O an beni, bir asker değil de bir heykeltıraş kurtarsaydı, şu an muhtemelen boynumda fularımla, Roma'da açtığım üçüncü sanat galerisinin dekorasyonuyla uğraşıyordum.

+Sonra? (Yağız'ın her muhabbeti her an alay seviyesine getirecek kabiliyeti vardı.)

-Sonra... Sonra öğrendim ki babam sandığımdan daha zor bir hayat yaşıyor. Sanki sadece bir savcı değil, Tanrı'nın yeryüzündeki terazisi gibi... Tüm adalet sistemini o yönetmek, bu çarpık anlayışı o düzeltmek istiyor sanki. Başını sürekli belaya sokan, ailenin küçük, şımarık çocuğu gibi davranıyor. Dedem her defasında bunu söylüyor babama. Amcam, her defasında bunu söylüyor. Sürekli, birilerinin elinden kurtarıyorlar babamı. Her gece tartışma, her gece 'ailemi alıp çeker giderim' tehditleri, mirasımdan koklatmam restleri...

Gerçi, dedeme kalsa o her iki oğlundan da memnun değil. Büyük oğlu evlenmiyor, küçük oğul babam ise tek varisi olan beni, şirket işlerine yöneltmek yerine askeri üniforma içine sokmayı yeğliyor. Köklü, güçlü bir ailenin ferdi gibi değil de, Anadolu'nun ücra bir köşesinden çıkmış, kaybedecek hiçbir şeyi olmadığından cesur geçinen savsak bir hukukçu gibi görüyorlar babamı...

Kırmızı AnahtarWhere stories live. Discover now