Bölüm 56: Yanılgı

43.6K 3.2K 7.3K
                                    

***

♫ Bölüm Sonu Şarkısı: Damien Rice - What if I'm wrong ♫

***

Stoacı Filazof, İmparator Marcus Aurelius ünlü sözlerinden birinde şöyle der: "Ruhu, olayların gidişatıyla sıkmayın. Olayların gidişatının sizin sıkıntınıza ihtiyacı yoktur."

Aurelius'un bu sözü, genelgeçer bir üst akıl erdemi... Beynin ön lobuna çivilenmesi gereken bir bilinç seviyesi bu; Bir şeyler ya sadece olur ya da sadece olmaz. Olup biten bir şeylere etkin, o şeylerin olup bitmesini bir köşeden izlemekten fazlası değil. Çünkü senden beklenen, ruhunu olayların gidişatıyla sıkman ya da gevşetmen değil; teslim etmen... Ruhunu, ancak o gidişata teslim ettiğinde olayların seni sürüklediği noktayı görebilirsin. Çünkü suyun kaynağını akıntıyı izleyerek değil, kayıkla açılarak bulabilirsin.

Ve hiç kuşkusuz kader ağlarını, bu beylik laflardan yapılma kayığın zayıf küreklerini çekmeye başladığımızda örecek...

Peki, ya sonra?

---

Akıntıya kürek çekmekten yorulmuş cılız kollarımı var gücüyle kavradı. İçimden, "kara göründü!" diye bağırmak geliyordu. Oysa önümde ıssız bir deniz uzanıyordu...

Ya sonra?

Sonra hava usuldan kararmaya başlamıştı. Sıkıca kavradığı kollarımın üzerinde uzanan omuzlarıma, sırtından çıkardığı kabanı koydu.

"Dikkat et" dedi, elimden tutarak. Önümdeki basamakları işaret ediyordu.

Bir adım, iki, üç... Batan güneşin ardına usulca çöken bir akşamüstü göğünde, durgun bir denizin saçağındaki tekneye adım adım ilerledim.

"Gel böyle..." Belimden hafifçe kavradı.

Artık içerideydim. Dışarıdan son derece hareketsiz görünen teknenin içi ışıl ışıldı. Tam orta yerde ise oldukça özenli hazırlanmış bir yemek masası duruyordu.

"Otursana..." Sandalyeyi yavaşça geri çekti.

Dilim tutulmuş, kelimelerim ağzımda düğümler oluşturmuştu sanki. Dolu dolu olmuş gözlerimle sadece Yağız'ı izliyor, ağzından çıkanları dinliyordum.

Gelişinin sersemliği hala üstümdeydi... Tarabya'da, bir ağacın altında, uzun ve sancılı geçen 43 günlük bir bekleyişin sonunda çıkagelmişti. Bir bilinmezin içinden, sanki bir hiçlikten çıkagelmişti... Bela gibi doğduğum güne, bela kokan bir hediye gibi gelmişti.

İlanlar, polis sirenleri, bitmek tükenmek bilmeyen basın açıklamaları, hükumet bildirileri, yargı kararları ve tüm o diğer kalabalık sesler... Şimdi hiçbiri aramızdaki bu belalı bağın donattığı ziyafet sofrasından daha tehlikeli değil...

Çakmağa uzanarak yavaş hareketlerle masanın üzerinde duran pastanın mumlarını yaktı o an. "Çoğu insan, doğum günü dileğinin gerçekleşmesi için yanan bir mumu üflemesi gerektiğine inanır" dedi, gözlerini kısarak. "Bense pragmatik bir adamım... O yüzden bu gece, dileğinin gerçekleştiğini görmeden bu mumları üflemeyeceksin..."

"Ne demek bu?" Sesim biraz şaşkın biraz ağlamaklı çıkmıştı.

"Bu..." dedi, masanın üzerinde titrer halde duran ellerimi tutarak. "Bu... Senin için bir doğum günü hediyesi..." Aynı anlarda avucumun içine kırmızı renkli bir anahtar bıraktı. "Benim içinse... Yerine getirilmiş bir söz. Geç de olsa..."

"Yağız... Ben, ben hiçbir şey anl-..."

"Artık yüzleşmelisin" dedi, sözümü bölerek. "Ve sonra özgür bırakmalısın." Sandalyeden yavaşça kalkarak az ilerde duran dolabı açtı. Ve içinden bir şey çıkardı. Karşıma tekrar geçtiğinde o 'bir şey'in eski, işlemeli, küçük bir sandık olduğunu gördüm. Bana hiç de yabancı olmayan bir sandık...

Kırmızı Anahtarजहाँ कहानियाँ रहती हैं। अभी खोजें