20.Bölüm

16.5K 1.1K 44
                                    

Ölümün ne demek olduğunu aklımda toparlayamıyorum. Benim için ölüm on iki yaşında ki bir kız çocuğunun flu hatıralarından ibaret. İnsan henüz en sevdiklerinden birini kaybetmemişse ölüm onun için duru bir kelime olarak görünüyor, ölümün acısı tam olarak bilinmiyor. Ölüm birinin yokluğunun yanı sıra ona ait olan her şeyin de onunla birlikte yitip gitmesiydi. Sonradan hatırlandığında sanki bir rüyayı andıran o derun hatıraların artık hiç hatırlanamaması mesela... Zaten en dayanılmazı da bu değil mi? Asıl ölüm onu hatırlayacak tek bir kişinin dahi varlığının geride kalmaması... Ha! Bir şey daha var evet en kötüsü olarak anılan o da şu ki; ölümün eteklerinden tutmuş birinin beşer de gördüğü son anıya yaşayanın şahit olması... İşte ben bu iki en kötü olayı yaşadım. Hatırlamasam da aklımın bir yerlerinde bunu yaşadığımı bildiğimi biliyorum.

Psikolojik olarak başımızdan geçen travmatik, dehşet verici bir olayı kaldıramayacağımızı düşündüğümüz zaman onu kendi üstümüzden atar ve sorumluluğundan kaçarız. Onu anıyı siler ve hiç yaşanmamış sayarız. Sevgili hocamın bana hatırlatamadığı o sildiğim anılarda babamın ölümü vardı... Hatıralarımdan silinen o anı ile birlikte ölümün ne demek olduğu da tamamıyla yok oldu. Belki de bu demekti ölüm... Hatırlayamamak yahut hatırlanmamak... Birkaç anının içinde de bir babanın yüzünü anımsayamamak...

Talha benim aksime ölümün ne demek olduğunu biliyordu. Annesinin elinden kayıp gitmesinin acısını yaşamıştı ve bugün bile hala anılarının acısını sızlattığını biliyordum. En değerlisini kaybetmesi ile anlamıştı ölümün ne demek olduğunu. Şuan onda ki seri kanlı hal babasının ölümünün acısının ne ölçüde olduğunu da gözler önüne seriyordu.

"Onunla normal bir baba oğul ilişkimiz yoktu. Daha çok patron gibiydi bana. Bahadır onun için ne ise bende onun için öyleydim." demişti Talha. Nuh beyden bahsederken: "Şimdi gerçekten matem de olmam mı gerekiyor?" diye sormuştu ardından bunu sanki 'nasılsın' der gibi bir soru şeklinde sormuştu.

Cevap veremedim. Durgundu. Üzgündü ama üzgün olduğunun farkında değildi. Suskundu. Bu susuşu belki de kendisinin bile bilmediği babasının matemini içinde tuttuğu içindi. Bahadır gelip de ona babasının öldürüldüğünü söylemesi ile birkaç saniyenin ardından, o şoku üstünden attıktan hemen sonra, normal davranmaya başlamıştı. Bahadır'a Yavuz'a yardım etmesini ve Aden'i defnetmesini söylemişti. Ardından beni alarak eve gelmişti. Haber bizim ile ulaşmıştı eve. Leyla sessizce ağlıyordu, Bella da öyle. Nuh beyin mükemmel bir kişiliği olduğundan değildi bu üzüntü buna emindim. Bu kadar yas içinde bulunmalarının sebebi ölümün zamanlamasının onların yüreklerinin depremine denk getirmesiydi.

Talha sakindi. Sadece ona başsağlığı dileyen insanlara verdiği tek kelimelik karşılıklar dışında ağzını bıçak açmıyordu. Gece uyumuyordu, yemek yemiyordu. Gece yarısı olup da herkes dağıldığında evden çıkıyordu o da. Sabaha karşı geliyordu. Çoğu kez sabah namazında görüyordum yüzünü. Uyuması için üstelemiyordum bende. Sükuta bürünmüştü. Bazı insanlar acısını en derin susarak kusarlar. Eğer susarak konuşuyorsa onu duymalıydım.

Leyla harap olmuştu. Kendi ölümünü düşlerken en yakının ölümünü görmek onu çökertmişti. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. İnci hanımın da ondan aşağı bir yanı yoktu. İkisinin de birbirini tesellisi anne-kızı her zaman kinden birazda olsa yakınlaştırmış gibi duruyordu. Buna Leyla adına seviniyordum.

Yavuz'u o günden sonra hiç görmedim. Cenazeye de katılmadı sonra ki günlerde taziye içinde gelmedi. Onu haklı buluyordum. Babasını öldüren bir adamın cenazesine katılmayışını anlayabiliyordum. Hem o da yakın bir dostunu kaybetmişti bu da öfkesine öfke katıyor olmalıydı. Tuhaf olan şuydu ki Yavuz annesi ve babası –yani teorikte ki ailesi- başsağlığı için gelmişti. Hatta Bulut bile, hemen yanında ise karısı Zeynep vardı. Onları bir aile olarak bir arada gördüğümde Yavuz'un onların mutlu mesut aile tablosunu görmemesine sevindim.

MİMHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin