On Dördüncü Bölüm

117 51 28
                                    

OLCAY

Rara tıpkı Şevval gibi benim çocukluk arkadaşımdı. Biz ona süpriz doğum günü hazırlamakla meşgulken o da taşınmak için hazırlanıyormuş. Son ana kadar bize tek kelime etmemişti. Gideli bir yıl bile olmamıştı. Nedense ihanete uğramış gibiydik çünkü söz vermiştik. Hepimiz liseyi beraber bitirip İzmir'de üniversite  okuyacaktık. Rara'nın asıl adı Rüzgar'dı. Bu lakabı Şevval bulmuştu. Benimki de Oli'ydi. Ozan'a da bazen Faruk Nafiz derdik. Beş Hececiler'den biri olan Faruk Nafiz Çamlıbel'in lakabı "Deli Ozan"'dı. Öyle saçmalıklarımız vardı.

Yola çıkalı bir kaç gün olmuştu. İçimde tarif edilemez bir huzursuzluk vardı. Göktuğ, Kuzgun, Çakır ve Karaca'da benimle gelmişlerdi. Çakır benimle konuşmuyor diğerleri varlığımı bile yok sayıyor. Böyle zamanlarda kendimi şarkılara veriyorum. En azından şarkı söylememe karışmıyorlar. At sürmeyi bilmediğim için Karaca'yla beraber binmiştim. Bana kalsaydı Çakır'la beraber binerdim ama böyle olmuştu işte. " Göktuğ tegin" böyle emretmişti. Hani ben saygısızmışım ya ondan öyle dedim.Sarı kafa işte ne olacak. Dışarıdan öyle görünmese de aslında oldukça düşünceli ve zeki biri. Yolculuğa beş at aldık. Benim binmem gereken ama sürmeyi bilmediğim bu at gerçekten çok güzel. Resmen bir tablodan fırlamış gibi. Upuzun simsiyah yelesi masmavi gözleri... Benden daha güzel kısaca. Adı da Gölge. Adına da muhteşem bir şekilde uyuyor gece karanlıkta görünmez oluyor adeta. Neyse işte bu ata ben binmediğim için mağaradan aldığımız hazineleri yükledik. Ulu Bilge onlara ihtiyacımız olduğunu söyledi. Umarım başarabilirim çünkü Profesör'e söz verdim. Buraya geldikten sonra tuhaf bir şey farkettim. Normalde midem her zaman ağrır sebebi stresmiş ama burada olduğum zaman boyunca o kadar stresli olmama rağmen hiçbir şey olmamıştı hatta daha da güçlendiğimi hissediyordum. Hava kararmaya başlayınca nehir kerarında düz bir yer bulup ateş yaktık, yaktılar daha doğrusu ben bulduğum istiridyeleri açmaya çalışmakla meşguldüm. O kadar çok istiridye vardı kı eğer içlerinde incide varsa zengin olmuştum gerçi burada para yok. Lidyalılar daha parayı bulamamışlar. Uzun uğraşlar sonucu on üç tane istiridye açtım ve hepsinin içinden gökkuşağı gibi inciler çıktı. Daha önce hiç renkli inci görmemiştim. Delmeye çalışsam da beceremeyince bıraktım. Belki ileride işime yararlar diyerek küçük bir keseye koyup hazinelerin yanına sakladım. Yorulmuştum. At üstünde yolculuk yapmanın bu kadar zor oldığunu bilmiyordum. Sırtımı ağacın gövdesine yaslayıp dizlerimi karnıma doğru çektim. Sonrasını hatırlamıyorum çoktan uyumuşum. Güneşin ilk ışıklarıyla uyandığımda Karaca hariç herkes uyuyordu.

"Günaydın. İstersen sen de uyu ben beklerim."

"Günaydın ne demek?"

"Ah. Nasıl anlatsam hah bak şimdi güneş doğdu ya gün ışımaya başladı aydınlık oldu.Mu'da insanlar sabah uyandıktan sonra birbirlerine böyle selam verirler."

" Mu ile benzer yanlarımız varken bir o kadar da farklıyız... Nasıl bir yer? Gitmek için bu kadar uğraşmana değer mi? "

"Değer. Mu'ya" Cennet Vatan " deriz biz. "

"Cennet Vatan?"

"Cennet, uçmağ. Vatan da yurt demek. Dilimize başka bir dilden geçmişler ve kullanıla kullanıla zamanla alışmışız. Mu muhteşem bir yerdir. Yazları sıcak, kışları soğuktur. İlk baharda toprak rengarenk olur ağaçların çiçekleri açar. İğdeler ve akasyalar adeta koku şöleni düzenler. Akasyaların çiçekleri genelde beyaz olur ama pembe akasyalar da vardır.Pembe akasyalar  kuruyup
yere dökülünce mor bir halıda yürüyormuş gibi hissedersin. Hafifçe esen rüzgarla savrularak düşen yaprakları izlerken hayatın güzel yanlarını düşünürsün. Sonbahar genelde yağmurlu ve rüzgarlı olur. Yağmur yavaş yavaş atıştırırken yürümek çok zevklidir. Çam açaçlarının üzerine düşen yamur taneleri çamın ferahlatıcı kokusunu hissettirir. Ayrıca insanları da iyidir. Tabi her yerde olduğu gibi Mu'da da kötü insanlar var ama bizleri koruyan güvenlik güçlerimiz de var. Bence Mu anlatılacak bir yer değil gezip yaşanacak bir yer."

"Gözlerin parlıyor."

"Ha?"

"Mu'yu anlatırken o kadar mutlusun ki gözlerin parlıyor."

"Havasına, suyuna, taşına, toprağına
  Bin can feda bir tek dostuma
  Her köşesi cennetim ezilir yanar içim
  Bir başkadır benim memleketim..."

"..."

"Ah sesli mi söylüyordum?!"

"Evet."

"Baksana Karaca sana niye bu adı vermişler ne bileyim yani niye bir insana hayvan adı verirsin ki?"

"Saçım siyah diye."

Tahmin etmiştim ama yinede tuhaf geldi. Adımın anlamı baht, talih demek. Ama onunki bir geyik türü adı.

"Eğer Mu da olsaydın daha değişik bir adın olurdu.Mesela... "

"Mesela?"

"Hımmm... Güçlüsün, cesursun, sadıksın, gözü karasın insanların boynuna kılıç dayarsın, yüreklisin, savaşçısın. Batur, Barlas... Yiğit.... Evet Yiğit! Bence sana Yiğit Ali ismi yakışır."

"Yiğit Ali?"

"Yiğit Ali. Atalarımız müslüman olduktan sonra çocuklarına iki isim vermeye başlamışlar. Biri kendi kültürlerini yansıtan bir isim diğeri ise müslüman ismi. Yiğit güçlü kimse, Ali ise yüce demek. Eğer Mu'da yaşasaydın bence bu isim sana yakışırdı."

Karaca ile ilk defa bu kadar uzun konuşmuştum.Ben anlattıkça dinlemişti meraklı bir sincap gibi. Konuştukça konuşmuş zamanın nasıl geçtiğini fark edememiştim. Sustuğum zamanın acısını çıkarmıştım. Diğerleri de çoktan uyanmış beni dinliyorlarmış da benim haberim yoktu. Kuzgun tavşan avlamış ateşi çoktan yakmıştı. Sevimli tavşanların yemek olduğunu düşünmek... Ne kadar söylenmek istesemde söylenemezdim çünkü yemek yemeden hayatta kalamazdık.
Kesinlikle et sevdiğimden değil...
Şöyle mangalı yakacaksın üzerine bir iki biber, patlıcan domates sonra şişe kıyma dizicen offf... Sevgili tavşancıklar özür dilerim.

*       *         *

Kalelerine varan Tenebris Ordusu sayılarını arttırmışlardı. Sonya'nın yaptığı iksirlerle farklı yaratıklara dönüşen bir kaç vampir Atlantis'i tamamen yer yüzünden silmeye  uğraşıyorlardı. Atlantis iki günde sırlarıyla beraber okyanusun dibine batmıştı. Atlantis halkından hayatta kalan tek kişi Prenses Elenor'du. Sonya neredeyse yüz yaşındaydı ve bedeni yaşlandığında yılanın deri değiştirmesi gibi başka bir beden bulurdu. Yeni kurbanı da Atlantis'in güzeller güzeli prensesiydi. Nigreos en büyük düşmanlarından birini yok etmenin huzuru içindeydi. Ne Nigreos ne kardeşleri ne de büyücü Sonya sonlarını getirmeyi planlayan Olcay'ın varlığından habersizdi. Olcay'ın Tenebris ordusuna karşı iki kozu vardı: Hazineler ve Tenebris'in zayıf noktaları.
Gümüş yay ve safir süslü kılıç...

Köstekli Saatin Sırrı Where stories live. Discover now