Yirmi İkinci Bölüm

81 46 19
                                    

"Her güzel şeyin bir sonu vardır."

İnsanlar böyle söyleyerek kendilerini avutmaya çalışırlar ancak durum Olcay için farklıydı. Önündeki portala bakıp kalmıştı. Kendiyle çatıştığı günler, haftalar boyunca gitmek isteyip istemediğini sorgulamıştı. Neden geri dönmek istiyordu? Çünkü sevdiği insanlar oradaydı. Bu ona göre dönmesi için yeterli bir sebepti.

"Ailemden başka yokluğuma üzülen var mıdır ki?"

Bu soruyu yol boyunca kendine sorup durmuştu. Belki yakın olduğu bir kaç kişi üzülürdü ama onlarda zamanla unuturlardı. O nefret ettiği dünyaya dönme fikri bile kaşlarının çatılmasına yetmişti. Daldığı düşüncelerinde boğulmak üzereydi öyle ki Schrödinger'in kendine seslendiği bile duymamıştı. Olcay geri dönüş yolunu bulduğu sırada Elenor da" Mahşerin üç atlısı"ile konuşuyordu. Bu ismi Olcay vermişti. Her zaman ki gibi okuduğu bir kitapta görmüştü. Çok klişe bir kullanım olsa da ona göre vampirler de çok klişe idi ve iki klişe birbirlerine uyuyorlardı. İzlediği fantastik filmlerin ve okuduğu fantastik kitapların çoğunda vampirler vardı. Artık bundan sıkılmıştı belki de bu yüzden gerçek bir vampirle karşılaştığında çok büyük bir tepki vermemişti. Hava karardıktan sonra prenses korumaları olan çocukluk arkadaşlarını çadırına götürmüştü. Hem tedirgin hem de mutluydu. Mutlu olmasının sebebi onları yeniden görmüş olmasıydı tedirgin olmasının sebebi ise Atlantis'ten canlı kurtulan tek insanın kendisi olmasıydı. İnsanların gözlerinin önünde kan emene nasıl dönüştüklerini görmüştü. Önce yeteri kadar kanları içiliyor sonra öldürülüyorlardı. Uyanan kişiler ise birer kan emen olmuş oluyorlardı. Arkadaşlarının da kendisi gibi kurtulmuş olmasını diliyordu ama içinde bir yerlerde bunun imkansız olduğunu kendisi de biliyordu. Sessizliği bozan Gray olmuştu gergin ortamları yumuşatmakta üstüne yoktu. Bu özelliği sayesinde prensesi defalarca kez ölümden kurtarmıştı.

"İyi olduğunuzu gördüğüme sevindim ekselansları."

"Ben de sizi gördüğüme o kadar mutlu oldum ki anlatamam."

"Yokluğumuz çekilmez olmuştur şimdi."

"Evet çekilmezdi... Peki siz nasıl kurtuldunuz? Büyücü kadın tek kurtulanın ben olduğumu söylemişti ancak siz-

"Ancak biz... Sizde tahmin ediyorsunuz ki biz..."

"Anlıyorum Gray... Düzeltmenin bir yolu var mı?"

"Var. Eğer emriniz bu ise tekrar insan olabiliriz."

"Hayır... Hayır Louis. Böyle kalın bu şimdilik sizin için en iyisi."

"Ama gündüz dışarı çıkamayız ve bu bizden şüphelenmelerine neden olur."

"O halde buraya nasıl geldiniz?"

"Kaleden çıkmadan önce yanımıza büyücünün yaptığı güneşin etkisini azaltan iksirlerden almıştık.Ama iksirler bitti bu yüzden gündüz dışarı çıkamazsak-"

"Merak etme Gray kimse sizden şüphelenmeyecek çünkü sizi buraya Olcay getirdi."

"Olcay... O tam olarak kim ekselansları?"

"Bunu tam olarak bende bilmiyorum Shade, onun hakkında tek bildiğim-"

Elenor'un sesi çadırın dışında bekleyen sakçının  sesiyle bölünmüştü.

"Börü Han'ım Atlantis prensesini çağırıyor."

Neden çağırıldığını bilmeyen Elenor biraz tedirgin olmuş Louis'e dönüp asla dışarı çıkmamaları gerektiğini söylemişti.

"Siz burada bekleyin ben geliyorum."

Prenses aklındaki yüzlerce soruyla birlikte Börü Han'ın çadırına girdiğinde  içerideki bütün gözler ona dönmüş ama ardından başlarını geri çevirmişlerdi. Kendisine ayırılan yere oturunca Börü Han konuşmaya başlamıştı. Elenor içerideki kalabalığa göz gezdirdiğinde daha önce görmediği yüzlerle karşılaşmıştı. Olcay ve dedesinin neden burada olmadığını merak etti. Ortak dili bilen çok az doğulu olduğu için Olcay tercumanlık yapıyordu. Çakır  ortak dili konuşabilse de profesyonel olmadığı için zorlanıyordu. Olcay'ın olmaması büyük bir sorundu. Börü Han ne kadar konuşursa konuşsun Elenor hiçbir şey anlamıyordu. Buyüzden ortak dilde konuşmayı böldüğü için özür dileyip eğer sorun olmayacaksa Olcay'ı çağırıp çağıramayacağını sormuş aldığı cevapsa kafasının karışmasına neden olmuştu.

"Olcay kim prenses?"

"Olcay kim mi? Beni kurtaran kişi."

"Seni ağabeyim kurtarmadı mı prenses?"

"Evet ama Olcay'ın yanındaydı sadece."

Bu sefer söze giren İlbay olmuştu.

"Atlantis'in yok oluşu sizi çok etkilemişe benziyor. Buraya at üstünde Göktuğ Tegin tarafından getirildiniz."

"Ne saçmalıyorsunuz?... Neden kimse hatırlamıyor?... Tenebris kalesine ne için gittiniz Göktuğ Tegin?"

"Neden olacak baş belası birine göz kulak olm-... Baş belası biri? Ben kimden bahsediyorum?"

"Ya sen Karaca? Her sabah kime kılıç kullanmayı öğretiyorsun?"

"Ben... Hatırlamıyorum."

"Unuttuğumuz kişi nasıl biri prenses?"

"Benden bir karış uzun, kulaklarını kapatan boynunu açıkta bırakan kısa  siyah saçları var, sesinin kötü olduğunu düşünsede bulduğu her fırsatta şarkı söyler, çabuk sinirlenir, Çakır'la iyi anlaşıyor ama Göktuğ Tegin den pek hazzetmiyor.Saçı kısa diye onu erkek sanan insanları sevmiyor. Tabi onu ilk gördüğümde ben de erkek olduğunu düşünmüştüm. "

"Başka bir şey?"

"Ah birde ormandaki mağarayı çok seviyor mağaranın duvarlarında benim anlamadığım yazılar var. Tavanında yıldızlar varmış gibi parlıyor. Çok güzel bir yer. Olcay'ın bir dededesi var ama ona Pröföso-Prefesör diye hitap ediyordu-"

"Profesör."

Çakır Elenor'un konuşmasını kesmiş düşünceli bir şekilde Ulu Bilge'ye bakıyordu.
Ulu Bilge, Börü Han, Göktuğ,  Karaca ve Kuzgun aniden her şeyi hatırlamışlardı. Yaklaşık bir saatlik süre zarfında Olcay ve Profesör'le ilgili bütün anıları kaybolmuştu. Eğer prenses onlara hatırlatmaya çalışmasaydı kimse onları hatırlamayacaktı. Sessizliğin hakim olduğu birkaç dakikanın ardından Ulu Bilge gözlerini kafatmış ve bir şeyler fısıldamaya başlamıştı. Bir anlığına gözbebeği kaybolmuş sonra geri düzelmişti.

"Bu da ne demek oluyor Ulu Bilge? Neden onları unuttuk?Nasıl oluyorda bir tek prenses hatırlayabiliyor? "

"Belki de geldikleri yere... Mu'ya döndüler."

"

Oops! This image does not follow our content guidelines. To continue publishing, please remove it or upload a different image.
Köstekli Saatin Sırrı Where stories live. Discover now