Otuz Dokuzuncu Bölüm

86 44 67
                                    

Ne Tenebris Kalesi'ndekiler ne de insanlar birbirlerine kurdukları tuzaklardan habersizlerdi.

Kayıplar ve kazançlar olacaktı. Hayat zaten bundan ibaret değil miydi? Kimisi kaybederdi, kimisi kazanırdı. Hangi tarafta olacağı ise kişiye bağlıydı.

Yeri gelecek göz yaşı akıtacaklardı yeri gelecek kan ağlayacaklardı ama sonuçta her şey sona kavuşacaktı.

İnsanın sonu ölüm müydü? Değildi. Ölüm, yeni bir hayatın başlangıcıydı. Çoğu insan bunun böyle olduğuna inanırdı.

Son hiçbir zaman son değil yeni bir başlangıçtı. Belki huzurlu bir hayatın başlangıcı belki de kaosun habercisi.

Olcay önündeki ormana baktı. Bu ormanın ardında Tenebris Kalesi vardı. Her şey ya bugün son bulacaktı ya da bugün son bulacaktı. Başka bir ihtimale yer yoktu. Yaşanmışlıklar insanı değiştirip olgunlaştırıyordu.

Planı hazırladığı gibi ilerliyordu. Ormanın girişine yakıcı bir madde dökmüşlerdi geriye kalan tek şey beklemek ve zamanı geldiğinde ateşi yakmaktı. Kahverengi irisleri öfkeyle parlıyordu. Affedebilir miyim, diye düşündü. Sonra kendi kendine alayla karışık bir acıyla güldü. Affetmek bir erdemdir, ben erdemli bir insan değilim o kadar yüce gönüllü değilim diye düşündü. Rüzgar burnuna çam kokusunu sürüklerken derin bir nefes aldı. Saklandığı yerden en ufak bir hareket dahi olsa bulmaya çalışıyordu. Güneş batalı çok olmuştu ancak kalede hiç hareket yoktu. Yolda kendilerine katılan ordular Göktuğ Han'ın ordusuyla beraber geriden geliyorlardı. Gözlerini kapatıp rüzgarı dinledi. Hayvan seslerinden başka bir ses duyulmuyordu.  Rüzgar estikçe ağaçların yaprakları hışırdıyor yarasalar oradan oraya uçuşuyordu.

Adil bir savaş olmayacaktı. İnsanlar sayıca üstündü. Tenebris ordusundsn en az beş kat büyük bir orduya sahiplerdi ancak kan emenler çok hızlı ve güçlüydü.

Büyücü kadın tek tek kan emenlere güneş iksirlerinden verdi ve bunu tam savaşacakları an içmelerini söyledi. Kendi yaptığı iksirin değiştirildiğini bilmiyordu. O da iksirin içine zehir koymuştu ama

O an ne Tenebris'in  ne de Olcay'ın tahmin ettiği bir şey oldu. Dolunay bütün ihtişamıyla parlerken ay kızıllaşmaya başladı. Bunu görünce Olcay'ın ağzından bir cümle döküldü.

"Kanla kaplandığında ay
Yeryüzündeki yıldızları say

Baksana kedicik. Belki de bu eve dönüş yolumuzun rehberidir. Ay kanla kaplandı geriye yeryüzündeki yıldızları saymak kaldı."

"Nasıl hissediyorsun miyav?"

"Bomboş. İçimde koca bir boşluk varmış gibi. Ne hissedeceğimi bilmiyorum Dingerfinger."

Olcay, Fatih'in günlüğünü okuduktan sonra Schrödinger'e eskisi gibi davranmaya başlamıştı. O da Fatih gibi çok zor şeyler yaşamış olmalı diye düşündü. Gerçekten de öyleydi. Birini kurtarmaya çalışırken her defasında onu kaybetmek kaldırılamaz derecede ağırdı. Kendi kardeşini düşündü Olcay. Gözünün önünde kendini denize bıraksa ne yaparım diye düşündü. Defalarca aynı şeyi yaşarşam intihar ederim diye cevapladı kendini. Başta Fatih'e imrenmişti. Zamanlar arası seyehat eden bir zaman gezgini olmak muhteşem olmalı diye düşünmüştü ama günlüğü okuduktan sonra bu düşüncesinden vazgeçmişti.

Kedi yavaşça yürüyerek Olcay'ın dibine geldi ve patisiyle dizlerine vurdu.

"Bunu da atlatacaksın merak etme. Tıkpı diğer seferlerde de yaptığın gibi."

"Sence geçer mi kedicik?"

Geçer elbet efendim; bazısı teğet geçer, bazısı deler geçer, bazısı deşer geçer, bazısı parçalar geçer. Ama mutlaka geçer.”

Köstekli Saatin Sırrı Where stories live. Discover now