Otuz Dördüncü Bölüm

80 50 26
                                    

KARACA

Mağaradan Börü Han’ın çadırına gidene kadar aynı şeyleri düşünüp durmuştum. Olcay nasıl casus olduğumdan şüphelenebilirdi? Aklım almıyordu. Herkesten şüphelenmesini anlardım ama benden şüphe etmesi...

Kalbimin acıdığını hissettim. Biraz kırılmıştım. Belki de kırılmaktan çok hayal kırıklığına uğramıştım.

Haklıydı boğazına kılıcımı dayamıştım ama onu kurtarıp obaya getiren de bendim. Kuzgun’la o gün onları hiç görmemiş gibi davranabilirdik ama obaya getirmiştik işte. Ben de casus olmalarından şüphelenmiştim. Ulu Bilge ise beni azarlayınca onlardan zarar gelmeyeceğini anlamıştım ama yine de ne olur ne olmaz diye her an onu izlemiştim.

Baygınken uyanana kadar yanında beklemiştim.  Uyandıktan sonra her daim takip etmiştim.

Tenebris’in varlığından bile o söyledikten sonra haberim olmuşken nasıl casus olabilirdim?

Benim de hatalarım olmuştu ama affetmesi için elimden geleni yapmıştım. Ona kılıç dersi vereceğimi öğrendiğim zaman o kadar heyecanlanmıştım ki kılıç nasıl tutulur unutmuştum. Ama o hiçbir zaman fark etmemişti.  Ya da fark etmemiş gibi davranıyordu.

Yemek boyunca yüzüm asıktı ve bunu bir tek Göktuğ fark etmişti. Can dostum.

 En son babam kuzey sınırına gittiğinde yalnız kalacağımı düşündüğüm için bu kadar üzgündüm. Anlattıklarına göre annem ben doğduktan sonra ölmüştü onu hiç tanımamıştım. Babam ise örnek aldığım kişiydi. Düşmanları sadece adını bile duysalar korkup kaçarlardı. Öyle muhteşem biriydi komutan Togan. Onun oğlu olduğum için her zaman gururluydum. Şimdi yanımda olmasını istiyordum.

Yemeğimi yiyip çadırdan çıktım. Kafamı boşaltmaya ihtiyacım vardı. Hem Olcay hâlâ bana bu kan emenlerin neden burada olduklarını söylememişti. Çünkü bana güvenmiyordu. Hiçbir zaman da güvenmemişti. Omzuma konan elle düşüncelerimi bir tarafa bırakıp elin sahibine baktım.

“Canın böyle neye sıkkın demir maskeli?”

“ Demir maskeli... Az kalsın kim olduğumu unutuyormuşum Göktuğ. Haklısın ben bir demir maskeliyim. Kendime gelmem lazım. ”

Silkelenip gökyüzüne baktım. Ben demir maskelilerin lideri Karaca’ydım.

Omzumda olmayan kurt başının eksikliğini o geldikten sonra, Olcay geldikten sonra, hiç fark etmemiştim. Oysa düşmana korku salan bir birliğin lideriydim. Ne olmuştu da bu denli değişmiştim?

Ben düşüncelerimle baş başayken Göktuğ elini omzuma koyup karşıma geçti. Yüzünde düşünceli bir ifade vardı.

“Bu sorumun cevabı değil Karaca. ”

En yakın dostuma bir an her şeyi anlatmayı düşündüm. O bana bir çıkar yol gösterebilirdi. Sonra bu fikirden vaz geçtim. Başından beri Olcay’dan pek hoşlanmamıştı daha yeni yeni düşünceleri değişirken tekrar düşman gibi davranmasını istemiyordum. Derin bir nefes aldım. Söyleyeceğim şeye karar verip ciddi bir ifadeyle konuştum.

“Aramızda bir casus var Göktuğ. ”

“Sen ne söylüyorsun? ”

O da bu duruma en az benim kadar şaşkındı. Obada bir casus olması kulağa imkansızmış gibi geliyordu. Göktuğ ellerini yumruk yapıp kaşlarını çattı.

“Ben babamla konuşayım bir şu konuyu.”

Öfkeyle karışık bir sakinlikle söylediği cümlesine kafamı sallamakla yetindim. Halsiz hissetmeye başlamıştım. Elimi yüzümü yıkayıp biraz dinlenmek istiyordum. Nehir kenarına geldiğimde sudaki yansımama baktım gözlerim kan çanağına dönmüştü. Çok geçmeden kan kustuktan sonra zehirlendiğimi anladım. Kim beni niye zehirlerdi ki?

Olcay?

Olabilir miydi?

Casus olduğumu düşündüğü için beni öldürebilir miydi?

Hayır hayır o öyle biri değil. Kendinden utan Karaca onun böyle bir şey yapabileceğini nasıl düşünürsün?!

Kendimi teselli etmeye çalışsam da içimden bir ses acaba diyordu. Yoksa asıl casus Olcay’la olan konuşmamı mı duymuştu. Beni öldürerek bütün suçu üstüme mi atacaktı? Onlara  casus olduğu açığa çıkınca kendini öldürdü mü diyeceklerdi? Beni asıl casus gibi mi göstereceklerdi?

Otacının çadırına güç bela gelip kendimi bir köşeye attım. Daha fazla yürüyememiştim. Gözlerim bana ihanet edip kapanmıştı. En son otacının Ulu Bilge’yi çağırdığını hatırlıyordum.

Ağzıma gelen acı tatla yüzümü buruşturup gözlerimi açtım. Otacı panzehir verdiğini söylüyordu. Kendime gelmeye başladığımda zehirlenen tek kişi olmadığımı fark edince rahatladım. Otacı diğerlerine de panzehir içirirken Olcay, Göktuğ ve Kuzgun  çadıra girmişti. Neden beraber gelmişlerdi?  Onlar da zehirlenmişlerdi. Otacının verdiği panzehiri içtiler. Olcay bir süre etrafa bakındıktan sonra gelip yanıma oturdu. Kırgındım ama bunu belli etmek istemiyordum. Onunla hiçbir şey olmamış gibi konuştum. Sanki her şey normalmiş gibi.

 Biraz konuştuktan sonra kedi dediği yaratık bizi içinde alevden bir çukur olan dağa getirdi. Olcay bu dağa yanardağ demişti. İlk defa bu kadar sıcakta duruyordum. Bozkır insanıydık biz. Sert havaya ve kışa alışkındık.  Boynumdan aşağı terler inip giderken Olcay’a baktım. Yine ağlıyordu. Ama sessizce.

Oturduğum yerden kalkıp yanına gittim geldiğimi fark etmemiş gibiydi. Oturup bir süre göz yaşlarının akılını izledim. Ona gülmek yakışıyordu ama o çoğu zaman gülmektense ağlamayı tercih ediyordu. Daha fazla dayanamayıp başını omzuma koyduğumda gözlerini kapattı. Gözlük dediği şeyi alıp oturduğum yerin sol tarafına koydum. Gözlerini kapattığında o sinirli Olcay gidiyor yerini masum bir Olcay alıyordu. Hatta birazcık sevimli bile oluyordu. Aklımdan geçirdiğim şeyle kafamı iki yana salladım. Olcay ve sevimli... Asla aynı cümlede kullanılamayacak iki sözcüktü.

“Biliyor musun Karaca?... Aslında Mu sana anlattığım kadar muhteşem bir yer değil. Orayı seviyorum ama aynı zamanda  korkuyorum da. Eğer bir kız isen akşamdan sonra dışarı çıkarsan hakkında söylemedik şey bırakmazlar. Doğu da kız çocuklarının istedikleri gibi okumasına izin vermezler. Herkeste bir el alem ne der derdi vardır. Büyük şehirler dışarıdan şatafatlı ve güzel görünse de aslında içten içe çürümeye yüz tutmuştur. İnsanları değişiktir. Hepsi birbirinden farklıdır. Kimisi ruhunu paraya satmış kimisi umursamazdır. Onlar kan emenlerden bile daha korkunçlar. Mu da benim gibi gençlerin hayat yolunu belirleyecekleri bir sınav var. Halk arasında üniversite sınavı derler. İnsanlar seni o sınavın sonucuna göre yargılarlar. Hayat zordur ama arada yüzünü güldüren şeyler de olur... Böyle bir yer olmasına rağmen yine de gidecektim biliyor musun? Eğer mümkün olmuş olsaydı gözümü bile kırpmadan gidecektim. Arkamda bıraktıklarımı umursamadan, bir veda bile etmeden gidecektim. Ama olmadı. Profesör ’ün gidişini izledim. Önce onun gitmesine izin verdiğim için pişman bile oldum. İşte böyle berbat biriyim ben. ”

Söyledikleri karşısında şaşırmış ve mutlu olmuştum. Bunları bana anlatması mutlu etmişti çünkü en azından içindeki bir parçanın hâlâ bana güvendiğini biliyordum. Ama bulduğu her fırsatta gideceğini söylemesi canımı yakıyordu. Gitmesen olmaz mı, gitmek zorunda mısın? Diye sormamak için kendimi zor tutuyordum. Daha fazla konuşup üzülmemesi için susturdum.

Doğrusu kan emenler meselesini hâlâ merak ediyordum. Olcay kan emenleri nasıl obaya getirebilmişti. Üstelik bir kan emen tarafından öldürülmek üzereydi. Kimseye güvenemeyen Olcay bu üç kan emene nasıl güvenmişti? Aklımda cevaplanmayı bekleyen onlarca soru vardı.

 Olcay’ın nefes alış verişleri düzene girdiğinde uyuduğunu anladım. Ağırlaşan gözlerimle başımı omzumdaki başına yasladım. Buraya ilk geldiği zamandan beri Olcay’ın saçları uzamıştı. Bu hali ona daha çok yakışmıştı. Boynunda her zaman taktığı taş kulağındaysa bir kurt dişi vardı.  Saçları çam gibi kokuyordu. Oysa obadaki kızlar çiçekli sabunlar kullanırlardı. Demek ki Olcay ferah kokuları güzel kokulardan daha çok seviyordu. İçimi bir tuhaf eden kokuyla kendimi uykunun karanlık kollarına bıraktım. Göremesemde dudaklarımda hafif bir tebessüm olduğunu biliyordum. Bu şekilde saatlerce belki de günlerce uyuyabilirdim. Hayır hatta emindim kesinlikle uyurdum.

Köstekli Saatin Sırrı Where stories live. Discover now