29.BÖLÜM: DEVREDEN MİRAS

14 4 3
                                    

Mektup dudaklarımda anlam bulurken gözlerim daha çok büyüyordu. Kırmızı yaratığın bahsettiği mektup şu an ellerimin arasındaydı ve gitmem gereken yer anlatılıyordu. Ama bu anlatım açıklayıcılıktan ziyade oldukça sade ve açıktı.

Mektupta sadece iki kelime vardı ve kağıdın boyutunu uzaktan görsem içinde bir destan olduğunu düşünürdüm. Mektupta 'Dilek Mağarası' olarak belirtilen bu yer bu diyarda olmalıydı. Bu diyarda değilse başka nerede olabilirdi ki?

Bu diyarda olup olmadığını anlamak için tek bir yol vardı. Kıan. Kıan'a bu mağaranın nerede olduğunu sorup yüzüğümü almak üzere bu saraydan da ayrılacaktım. Yüzük sadece beni değil bütün diyarın yararına olacakken şimdi bütün diyarın zararına olabilir. Üstümde ki bu yükü kendime ben yüklemiştim ve bu belayı diyara ben sarmıştım. O zaman bu belanın ve zehrin panzehri de ben olmalıydım.

Yüzüğü tıpkı kaybolmadan önceki gibi bulup parmağıma takacaktım ve kehanet çözülünce bütün diyarın ihtiyacı olan şeyi dileyecektim. Ama bu şeyin ne olduğunu ben dahil diyar bile bilmiyordu henüz. Belki mutlak dileği bir şahıs için kullanacak ve bu şahıs sayesinde bütün diyar mutlu olacaktı. Belki bu dileği bütün diyar için kullanırım ve bir şahıs gelip bütün dileği paramparça edip parçalarını ayaklarımın dibine atacak. Ve ben de diyar kasıp kavrulurken oturup izlemekten başka bir şey yapamayacaktım. O yüzden bu yüzüğü bulup herkesi koruma altına almalıydım.

Odamın kapısını sonuna kadar açıp hızlı adımlarla Kıan'ın odasına doğru yürüdüm. Odalarımız karşılıklı koridorlarda bulunuyordu. Yani önce merdiveni inip ortak salona ulaşınca diğer merdiveni arşınlayarak odamın karşısında ki koridora varmalıydım. Odası koridorun en başında ki odaydı. Benim odam gibi onun odası da merdivene bakıyordu.

Odasının kapısına geldiğim de kapı da beni karşılayan iki muhafız vardı. İkisi de birbirinden kararlı duruş ve bakışlara sahiptiler. Kafalarına geçirmiş oldukları miğferler yüzünden suratları tam olarak belli olmuyordu ama tahminimce kemikli bir yüze sahiptiler. İçeri doğru adım atmaya çalıştığımda muhafızların elinde ki mızraklar beni durdurdu. Muhafızlara ne yaptıklarını sormadan sağ tarafta duran muhafız konuşmaya başladı.

"Efendim, Lord Kıan rahatsız edilmek istemiyorlar. Dinleneceklerini söylediler" dedi yüzüme hiç bakmadan ve tek mimik oynatmadan.

"Elbette" dedim ve arkamı döndüm. Muhafızların bile buna şaşırdıkların ı hissetmiştim. Gerisin geri yürümeye başladığım da mızrakların eski haline geldiğini belirten bir tıkırtı duydum. Bunu fırsat bilerek yürümeyi durdurdum. Derin bir nefes alarak son hızla muhafızların tuttuğu kapının kolunu kavradım ve büyük bir gürültü ile odaya daldım. Zavallı neye uğradığını şaşıran muhafızlar ardımdan hemen odaya girip masasında bütün bu gürültüye rağmen tepki vermeyen lordlarına açıklama yapmaya başladılar.

"Lordum, affedin. Ama..." muhafız lafını bitirmeden Kıan elini havaya kaldırıp baş parmağı ile çıkmalarını işaret etti. Başıyla da onaylayarak durumun ciddi olmadığını belirtti. Çıkan muhafızlara bakarak gülümsedim tıpkı yaramaz bir çocuk edası ile...

"Bu ziyaretini neye borçluyum, Prenses" dedi Kıan bakışlarımı korkudan kaskatı olan muhafızlardan çekmeme sebep olarak. Bir kaç adımla oturduğu masanın dibine varmıştım. Yüzümde ki gülümseme bir an da ciddiyete kavuşmuştu.

"Kıan..." dedim. Onun oturduğu sandalyenin hemen ötesindeki sandalyeyi alıp yer de sürükleyerek yanına oturdum. Sandalye odanın zemininde sürtünürken kulak tırmalayan bir ses çıkarmıştı. Kıyafetimin bel kısmında ki kemerine sıkıştırdığım mektubu çıkardım. Kıan çıkardığım mektubu görünce gözlerini ellerime dikti. Çıkardığım mektubu masanın üzerine koyarak parmaklarımla ona doğru ittim. "Bak bakalım neye borçluyum" dedim gözlerimle mektubu okuması için mektubu işaret ederek.

Kıan şüpheli gözlerini benim üzerimden çekerek mektuba dikti. Parmakları ile mektubu kendine tamamen sürükleyerek mektubu avuçları içine aldı. Mektubun katlanan kısımlarının geri açılma sesi eşliği ile kıan mektubu açtı ve mavilerini satırlarda gezdirmeye başladı. Daha doğrusu o iki kelime üzerinde gezdirdi gözlerini.

Mavilerini mektuptan çekip düşünceli bakışlarla uzunca bir süre dalgın dalgın önüne baktı. Kaşlarını havaya kaldırarak bana döndü. "Dilek Mağarası" dedi ve masadan ayağa kalktı. "Oraya mı gitmek istiyorsun?" dediğinde istemsizce sertçe yutkundum ve başımı onaylar şekilde salladım. Ciddi olduğunda çok ciddi oluyordu. Gerçekten öyleydi asla ortasını bulamıyordu. Bu da benim ciddiyetimden çok bir hata yapmış yüz ifadesini takınmama sebep oluyordu.

"Dilek mağarası Tanrı Ormanlarının en ıssız yerindedir. Ve yüzyıllardır süregelen bir efsaneye göre Tanrı Ormanlarının derinliklerinde Ruh Emiciler yaşarmış." dedi. Benim zaten olan endişemin üzerine şimdi bir de tereddüt ve korku eklemişti. Sertçe yutkunmama sebep olan bu konuşmasına devam etti. "Elbette bu bir efsane" dedi ve diliyle dudaklarını ıslatarak konuşmaya devam etti. "Ama her efsanenin bir gerçeklik payı vardır." dedi ve gözlerini kapıda ki muhafızlardan birine dikti. "Atlarımızı ve dövüş aletlerimizi hazırlayın." dedi ve bana dönerek "Her şeye hazırlıklı olmalıyız" dedi gülümseyerek.

Kıan'ın dedikleri zaten beni yeteri kadar tedirgin etmişken bir de yaptığı mimik ve gizemli yüz ifadeleri beni daha çok endişelendiriyordu. Ama yüzüğün bulunması şu an dertlerimin en önemlisiydi ve korkumun bunu işgal etmesine izin veremezdim.

Saatler sonra odaya Kıan'ın görevlendirdiği muhafız geldi. Muhafızın ellerinde iki çanta ve iki tane de Koronia mühürlü hançer vardı. Kıan'ın önüe geldiğinde eğilerek selam verdi. Ardından ellerinde ki eşyaları Kıan'ın işareti ile masaya bıraktı. Hançerleri gördüğüm ilk andan beri dikkatimi çekmişti. Çok parlak ve keskin bir bıçağı vardı. Yani öyle görünüyorlardı. Bıçak kısmı o kadar ince ve sağlam görünüyordu ki sanki bir adama dokunsa onu boydan boya hiç zorlanmadan ikiye bölebilirdi.

Kıan gözlerimi hançerlerden ayıramadığımı görmüş olacak ki masada duran hançerlere doğru yürüyerek konuşmaya başladı.

"Emin ol gördüğünden daha keskin ve kesicidirler." dedi birini eline alarak bıçak kısmını avucuna yerleştirip incelerken. Ardından yüzünde anlamsız bir gülümseme belirdi.

"Neden gülüyorsun?" istemsizce bu anlamsız gülüşüne anlam yüklemeye çalışmıştım ama yapamayınca sordum. Gülmesinin bir sebebi olmalıydı aksi takdirde tek başına gülenlere deli denir.

"Kraliçe Azura'nın hançeri bu, ona da Kraliçe Neftelia vermişti." sesi titremişti ve gözlerinin dolduğunu gözünün içinde ki yaşların parlamasından anlamıştım. O annesini özlüyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Aslında bu konu da başarılıdır ama şu an da ondan bir parça görünce dayanamamıştı. Bu sırada aklıma takılan başka bir şey olmuştu. Kraliçe Neftelia'ı bu saray da geldiğimden beri bir defa bile görmemiştim. Anlaşılan bu saraya sadece diplomatik işleri için geliyordu ve başka bir yer de yaşıyordu. Tıpkı Aesira'nın annesi ve babası gibi.

"Çok zevkliymiş" dedim arkasından süzülerek yanına gelince. Hançerin kabza kısmı siyah ve kırmızının tonları ile müthiş bir uyum yakalamıştı. Bıçak kısmı ise güneş ışığında parlayan bir başka güneşi andırıyordu. Bütün bu uyumu yakalayabilmiş olması hançeri hem daha vahşi hem de daha nazik gösteriyordu.

"Kraliçe Azura'nın bana bu diyardan göçmeden önce ki son hediye ve emanetiydi." dediği sırada gözünden akan yaşın hançeri ıslattığını gördüm. Gözyaşından ıslanan yanağını biraz utanarak ve tereddütlü de olsa başparmağımı yanağına yerleştirerek sildim. Onun bu gibi durumlar da olması benim de canımı anlayamadığım bir şekilde yakıyordu. Onun hissettiklerini kalbimin en derinliklerinde hissediyordum sanki.

Varisin İntikamı (Prenorion 2)Where stories live. Discover now