31.BÖLÜM: KİFAYETSİZ SÖZLER

18 4 3
                                    

Ağaçların koyu yeşil yaprakları arada sırada oldukları dallardan kopup yeryüzü ile buluşuyorlardı. Bazı ağaçların dalları kurumuş ve tek bir canlılık göstermiyorlardı. Ayaklarım yürümekten o kadar sızlamaya başlamışlardı ki dayanamayıp en yakında ki ağacın dibine çöktüm.

"Biraz oturup dinlensek fena olmaz. Ne dersin?" dedim hala yürüyen Kıan'ın bana dönüp bakmasını sağlayarak. Mavileri ile beni baştan aşağı süzerek yanıma oturdu. Onun da yorulduğu yüzünden okunuyordu. Uzun zamandır yürüyoruz ve bu normal bir yürüyüş değildi. Adımlarımız olduğundan daha hızlı ilerliyordu. Bir de tedirgin olmamızın da etkisi vardı yorgun olmamızda.

Ayaklarım biraz da olsa rahatladığında hiç vakit kaybetmeden tekrardan aynı tempo ile yürümeye başladık. Ağaçların koyu yeşil yapraklı dallarının arasından süzülen güneş ışıltıları az da olsa ormanın kasvetini yarıp bölüyordu. Yürürken arada bir birbirimize bakıp istemsizce gülümsüyorduk. Bütün yol boyunca kayda değer bir şekilde pek konuşmamıştık. Çünkü ikimiz de tedirginiz ve birimizin söylediği bir şey diğerini daha çok tedirgin edebilir diye korkuyorduk.

Uzun dakikalar ormanın her bir santimini hızlıca ve tek kelime edemeden arşınladık. Ormanın her bir santimi farklı bir duyguyu uyandırıyordu içimde ki. Ormanın kasvetli havası attığım her adımda, aldığım her nefeste sanki dağılıyordu. Koyu yeşilden açık yeşile evrilen ağaçların yaprakları az da olsa beni rahatlatıyordu. Güneşin cılız ışıltıları artık büsbütün beni selamlıyordu. Güneş tamamen gözükür olmuştu. Ormanın başından beri gördüğümüz o kasvet iblisin iyiliğe tavrı misali kaybolmuştu.

Karşımıza iki kocaman, dalları olan ve nereye kadar uzadığını kestiremediğimiz iki ağaç çıktığında durduk. Ağaçların gövdesi öyle kalın öyle heybetliydi ki bu manzara karşısında dilini yutmamak elden değildi. Gövdesi oyulsa sarayda ki ortak salonun yarısı kadar bir alan oluşurdu. Dalları sarmal şekilde birbirine sarılarak göğe yükselen ağaçların nereye uzandığını göremiyorduk. Dalları en son gördüğüm yer bulutları mızrak gibi delip kayboldukları yerdi.

Dalların nereye uzandığına bakmaktan boynum ağrımıştı. Elimi enseme götürerek ovdum. Gözlerimi aşağı doğru indirdiğimde masallarda ki gibi bir manzara karşıladı bizi. Bu iki koca ağacın her iki yana uzanan dallarında sarmaşıklar vardı. Dikkatli bakılmayınca bir yılandan farkları yoktu.

"Anlatılanlara göre Izel, Dilek mağarası bu sarmaşıkların hemen ardında olmalı" Kıan kendinden son derece emin bir ses tonuyla konuşsa da o da sarmaşıkları aştığımızda karşımıza gelecek şeyden pek emin değildi.

Ellerimi sarmaşıklara uzatarak tam ortasına daldırdım ve sarmaşık duvarı yardım. Sarmaşıkların arasından elimi çekmek istediğim de sarmaşıkların yapışkan bir özelliğe sahip olduklarını anlamıştım. Eğer bütün bedenimizi sarmaşıkların arasına sokacak olursak bir örümcek ağına yapışmış böcek gibi burada mahsur kalırdık.

Daha nasıl geçebileceğimi düşünmeden Kıan belinde ki kınından kılıcını çıkararak tek hamle de sarmaşıkları yardı. "Buyurun, Prenses" dedi alaycı bir tavırla elini sarmaşıklara doğru uzatıp kısa bir reverans yaparak.

Temkinli adımlarla sarmaşıkları geçerek büyülü bir manzaraya bıraktım gözlerimi. Tahmin ettiğimin çok ötesindeydi. Sanki Prenorion içinde ki farklı bir diyardı burası. Gözlerim buraya girmeden önce asla böyle bir şey görmeyi tahmin etmiyordu. Ağaçların mor yaprakları toprağın kırmızı ve kahverengi rengi ile adeta ahenk içinde dans ediyorlardı. Gözü yormayan ama oldukça renkli bir dünyanın kapılarını aralamıştım sanki.

Gözlerim ortam da sakince gezinirken göz bebeğimin büyümesini ve kalbimin hızlıca çarpmasına sebep olan bir görüntü selamladı beni. Dilek mağarası olduğunu düşündüğüm mağara şu an karşımda ve sadece bir kaç adım uzağımdaydı. Görüntüsü bir ayı inine benzese de daha zarif ve temiz görünüyordu. İçinden dışarı doğru mavi ve kırmızı ışıltı saçması sebebiyle merakımı körüklüyordu.

"Dilek mağarasına hoş geldin, Prenses" öyle büyülenmiştim ki Kıan'ın sesi bile melodi gibi geliyordu kulağıma. Kıan'ın da sözleri ile bu mağaranın aradığım mağara olan, Dilek mağarası olduğunu onaylamış oldum. Birkaç adım öte de olan bu mağaraya girmek için tereddütlü adımlar atmıştım. Dışarıdan her ne kadar güzel görünse de içinde bizi neler beklediğini asla kestiremiyordum. Bu diyar da hiçbir şey göründüğü gibi olmuyordu ne yazık ki.

"Ne bekliyorsun, hadi!" Kıan'ın sesi ile cesaretimi bir kez daha toparlayarak ışığın kaynağı olan mağaranın önüne kadar gelmiş oldum. Işık gözlerimi yormuyordu aksine onunla beraber ısı yayıyordu. Göğsümün nefes alış verişimle kalkıp inmesinin hemen ardından hızlı bir hareketle mağaranın içine ilk adımımı atmış oldum.

Biraz daha ilerlemeye başlayınca olduğum yer de duraksadım. Kıan gelmiyordu mağaranın girişinde beni izliyordu. Sebebini anlamayarak elimle gelmesini işaret ettim. Gelmeyince nağaradan hızlı adımlarla çıkarak yanına geldim.

"Neden gelmiyorsun?" dediğimde gözleriyle mağaranın girişinde daha önce görmediğim bir uyarıyı işaret etti. İşarette yüzüğün sahibi dışında ki bütün canlıların buraya girmesinin tehlikeli olabileceği yazıyordu.

"Anlaşılan bu mağarada teksin, Prenses" dedi ama çok rahatsız bir yüz ifadesi takınmıştı suratına. Başını eğerek bana bakan gözlerini benden kaçırmıştı.

"Neden astın suratını" elimi yanağına yerleştirerek başını kaldırdım ve gözlerini gözlerimin hizasına getirdim. Gözleri korku ile endişe dolu bakıyorlardı.

"Seni bu mağara da tek bırakmak istemiyorum" dediğinde yanağına yerleştirdiğim elimi yanağından çekerek konuşmaya başladım.

"Anlaşıldı" dedim ve derin bir nefes alarak tekrar konuşmaya başladım. "Şimdi Kıan, seni bir defa uyaracağım ve buna uymazsan seni ne bu diyar da ne başka bir diyar da affederim." dedim kaşlarımı hafifçe çatıp yüzünde ki ifadeyi anlamaya çalışarak. "Eğer işler istediğimiz gibi gitmezse, yani bana bir şey olacaksa beni kurtarmanı istemiyorum. Eğer kendine zarar vereceği ya da beni kurtarmak adına kendi canından vazgeçersen seni asla affetmem" dediğimde tereddüt ile bana bakan gözleri bütün suratımda gezindi. Bu söylediklerime karşı o kadar isteksiz görünüyordu ki ne diyeceğimi bilemedim.

"Ama..." sözünü bitirmeden işaret parmağımı dudaklarına bastırdım. Gözleri önce dudaklarını kapatan parmağıma sonra dudaklarıma döndü.

"Şşş. Affetmem, Kıan" dedim dudaklarında duran parmağımı çekerek ellerinden tuttum. Tuttuğum ellerinden Kıan'ı kendime çekerek yanağına hafif bir öpücük kondurdum. Bunu ben bile kendimden beklemiyordum. Karşı koyamadığım bir his beni onu öpmeye itmişti. Kıan da şaşkınlıkla bana bakıyor olanları kavramaya çalışıyordu tahminimce. Ellerimi yavaşça ellerinden ayırmaya çalıştıkça o bırakmak istemeyerek daha çok sıkıyordu. Ellerimi ondan ayırarak arkama hiç bakmadan mağaraya girdim.

Varisin İntikamı (Prenorion 2)Where stories live. Discover now