27

4.4K 388 265
                                    

Tam otuz beş bin dolarlık bir bileklik, onu kaybetmiştim. Prova odasını ve gün boyunca girdiğim sınıfları birer birer aramış, güvenlik görevlisine durumu anlatmıştım, karşılığında polise gitmem gerektiği söylenmişti sadece. Bilekliği gören yoktu.

Eve döndüğümde saat gecenin on biriydi ve ben çökmüş haldeydim, Chanyeol'e fark ettirmeden bilekliği tekrar arayabilmek için müthiş bir çaba sarf ettim. Belki de onu doğum günümde düşürmüş ve o karmaşanın içinde fark etmemiştim. Bu fikirle salonu, yatak odasını ve banyoyu didik didik ettim, neredeyse delirecektim. Bir bileklik ayaklanıp gidemezdi ya. Temizlik sırasında kaybolabileceğini düşünerek gizlice elektrikli süpürgenin torbasını ve çöpü dahi kurcaladım, ardından eve gelen temizlikçiyi arayıp evde bir bileklik görüp görmediğini sordum. Yoktu, hiçbir yerde yoktu. Belki de Leo yutmuştu onu, öyle bir durumda ne yapardım? Ve belki de okulda düşürmüştüm, onu bulan her kimse bu parayla pek çok şey yapabilirdi.

Bütün gece otuz beş bin doları düşünmekten uyuyamadım, sabah kalktığımda berbat haldeydim. Mutfaktaki kahvaltı masasında henüz kurutmadığım saçlarımla otururken kahvaltısını yapan sık sık Chanyeol'e göz ucuyla bakıyor ve kararsızlıkla önüme dönüyordum. Polise gitmeyi ne kadar geciktirirsem bilekliğin bulunma ihtimali o kadar düşerdi.

Kaşlarımı çatarak önümdeki hiç dokunulmamış yarım kâse pirince baktıktan sonra söyleyecek gibi oldum ve göz göze geldik. İçimden otuz beş bin dolar, diye geçirmekten alıkoyamıyordum kendimi.

"Tatilde Japonya'ya gitmişler ve evli olmadıkları halde ona otuz beş bin dolar değerinde bir bileklik hediye etmiş."

Chanyeol "İyi misin?" diye sorduğunda nihayet kendime gelebilmiştim, o çoktan kahvaltısını bitirmiş gibi görünüyordu. Duşunu almış, saçlarını kurutup tıraş olmuştu. Güzel kokuyordu, tıraş losyonunun kokusunu net bir şekilde alabiliyordum. Baskılı siyah kapüşonlularından birini giymişti, Rolex takıyordu. Otuz beş bin doları kaybettiğimi söylersem çok sinirlenir miydi?

Suyumdan bir yudum aldım, karşısında otururken kendimi çok suçlu hissediyordum. "İyiyim."

Şefkatle "Hiçbir şey yememişsin, miden mi bulanıyor?" diye sorduğunda sabahın köründe ses tonunun nasıl da kadife gibi yumuşak çıkabildiğine hayret ettim.

"Biraz," diye yalan söyledim. Karşısında konuşmaya çalışırken kıvranıyordum adeta, suratımın yandığını hissediyordum.

"Bugün evde kalıp dinlenmeye ne dersin? Seninle kalabilirim."

Zorla gülümsedim, bana bu kadar iyi davrandığı için kendimden nefret etmiştim. Konuşurken kekeliyordum. "Gi-gitmem gerek, sınavım var." Ben konuşurken gözlerimin içine baktığı için kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu, neredeyse sandalyeye yığılacaktım. Hamile olmasaydım yalan söylediğimi anlayacağına kesinlikle emindim, şimdiyse sadece hormonlar yüzünden kendimi iyi hissetmediğimi zannediyordu. "Ben... Ben gidip saçlarımı kurutayım, geç kaldım."

Sandalyemden hışımla kalktığım sırada bileğimi kavradığında korkudan ödüm patlayacak gibi oldu, bileğimi tutuyordu, fark etmişti herhalde.

"Bir şey unuttun," dediğinde soğuk terler döküyordum.

Ne diyeceğimi bilemeyerek gözlerine bakarken daha fazla dayanamayarak "Özür dilerim," dedim, sesim titriyordu ve neredeyse ağlayacaktım.

"Niye özür diliyorsun? Unutman normal, son zamanlarda çok stresli görünüyorsun. Al bakalım." İlaçlarımı önüme ittiğinde bayılacak gibi oldum, bilekliğimden bahsettiğini düşünürken kafayı yiyecek gibi olmuştum. Neden bu kadar korktuğumu ben bile bilmiyordum. İlaçlarımı birer birer içerken boğulmamaya özen gösterdim. "Seni tutup yatağa bağlayasım geliyor, bu kadar yorgun olduğunu görmeye katlanamıyorum. Yeniden Japonya'ya mı gitsek acaba?"

The Robin Hood Project (mpreg)Where stories live. Discover now