Bölüm 36: Prens Vakti,

40K 1.3K 183
                                    

Önüme hiç bilmediğim bir yol seriliyor. Yolun kenarlarında daha önce hiç görmediğim ağaçlar serili ve bir kuş tam tepemden geçip gitmeden hemen önce o ağaçlardan birinin dalında benim için duraksıyor. Ninniyi andıran sesini duyduğumda duraksıyorum ve gözlerimi onun gözlerinde sabitliyorum.

Küçük tüy dolu kafasını benden tarafa çeviriyor ve önümdeki yola bakıyor, içimden bir ses ilerlememi söylüyor. Küçük kuş artık ninni söylemek yerine çıldırmış gibi çırpınmaya başladığında yolun sonunda kötü bir şey olacağını anlıyorum ama içimdeki ses buna aldırmıyor.

Bana tüm felaketleri yaşatmak istiyor.

Küçük kuşa bakmaktan vazgeçmeden önce benimle bir kez daha göz göze gelmesi için onu bekliyorum, ellerimi birbirine kenetliyorum. Küçük kuş bana döndüğünde bunun son kez olduğunu biliyorum, ellerimi birbirinden ayırıyorum. Küçük kuş tepemde kanat seslerini bırakarak uçmaya başladığında ona yalvarmaya başlıyorum, ellerimi birbirine kenetliyorum. Buradan gitmesini istiyorum, ellerimi birbirinden ayırıyorum. Çünkü biliyorum ki burada kalırsa attığı birkaç kanat çırpınışından öteye gidemeyecekti, başka bir ağacın dalının nasıl hissettirdiğini asla bilemeyecekti, başka bir meyvenin damağında nasıl bir tat bıraktığını bilemeyecekti ve burada sonsuza kadar ben ve benim gibilerin geçişini izleyecekti.

Küçük kuş içimdeki yakarışı duymuş gibi gözden kaybolduğunda gözlerimden yalnızca bir damla yaş süzüldü. Biri benim, diğeri ise küçük kuşun giderken geride bıraktığı küçük tüy içindi.

Küçük kuşun tüyü için olan gözyaşım Uluç'un tişörtünü ıslattığında onu hafif aralık olan gözlerimle izliyordum. Doğrudan karşıya bakıyordu ve bir eli bacaklarımın altından geçerek beni kavramış, kucağında sabit durmamı sağlamıştı. Diğer eli ise ense kökümdeydi ve oraya beni rahatlatacak cinsten dokunuşlar konduruyordu. Bunun için ona minnet duydum. Çıldırmak üzereymiş gibi hissediyordum.  Uluç'a bakmayı sürdürürken derin bir iç çektim, bunu yaparken kısık bir ses çıkmıştı.

Bu sesle birlikte dikkati dağılan Uluç gözlerini bana çevirdi, şimdi ona bakmayan taraf bendim. Gözlerini, yüzümün her çizgisinde hissediyordum. Kucağında olduğum gerçeği uyuşmuş olan beynimi uyandırırken kımıldamamak için kendimi zor tuttum ama Uluç'un kucağında, onun yönlendirdiği şekilde oturmak zordu. En azından ben zorlanıyordum. 

Uluç kıpırtımı hissettiğinde bacağımı tutan elleri gevşedi ve beni kucağında daha rahat bir pozisyona getirdi. Şimdi kafam omzu ile boynu arasındaki o yere daha yakındı ve dizlerim onun kolları arasındaydı. Kucağında küçük bir kız çocuğu gibi göründüğüme emindim ama buna aldırmadım.

Uluç bakışlarını yeniden karşı duvara yönlendirdiğinde beni neden bırakmadığını düşünecek oldum ama ondan önce beynimi meşgul etmem gereken daha önemli bir konu vardı.

Şimdi ne  yapacaktım ? Onunla mı kalacaktım yoksa evime mi dönecektim. Evime dönmek sıkıntı değildi, asıl sorun ailemin orada oluşuydu. Tüm bu pisliği aileme bulaştıramazdım. Onların hayatını Zümrüd'ün acısından sonra birde ben alevlendiremezdim. Onlar üzülmeyi haketmiyorlardı.

Ama onları görmeden de yapamazdım. Onları görmeli, babamın elini öpmeli, annemi koklamalı hiç olmazsa tüm anılarımın kilitli olduğu odamda bir saat geçirmeliydim. Bu haftada bir olabilirdi, ayda bir olabilirdi hatta ve hatta yılda bir bile olabilirdi ama mutlaka olmalıydı. Yoksa dayanamazdım, dayanamayacağımı biliyordum. 

Diğer yandan ise Uluç'la kalmak vardı. Onun bilinmezliği içinde kaybolmak vardı. Ona yardım etmek isteyen elimin kızgın ateşte kavrulduğu gerçeği vardı. Ona sevgi sözleri fısıldamayı göze alamayacak tüysüz bir dilim ve sürekli onu izleyen gözlerim vardı. Her yerde o vardı. Onun olmadığı yerde bile bir şekilde o olmayı başarabilmeye başlamıştı ve onunla sürekli yakın olmak beni korkutuyordu. Bu basit bir korku değildi, bu korku beni dehşete düşürüyordu.

SAHİPSİZWhere stories live. Discover now