Kayıp Zaman/1

9.1K 526 1.5K
                                    

Şöminede yanan ateş odadaki iki lidere huzur bahşetmekten çok uzaktı. Yanan odunların çıtırtısı odada hükmünü sürüyor, Balaya sakinliğini korumaya çalışarak dişlerini sıkıyordu. Duyduğu şeyin doğruluğunu bizzat şahsın kendi ağzından duymak için, dişlerinin arasından tıslayarak sordu.
"İnsan avlıyormuşsunuz, doğru mu? "
"Evet, doğru; kanla beslenen bir ırkız. Yaşamak için öldürdük. "
Balaya öfkeyle ayağa kalktı. Gür kaşları çatılmış, büyük elleri yumruk halini almıştı. İki yüzüne merdiven dayamış Balaya'nın simsiyah saçları zamana meydan okuyordu.

"Sakın bir daha yasak bölgeye girmeye kalkmayın Karahi! Orası insanlara ait."
"Sen şimdi bize, o küçücük bir halta yaramayan insancıklar için meydan mı okuyorsun?”

"Kurallar belli Karahi, uyarsan sorun çıkmaz, yok; inatla bölgeye girer bizi yok sayarsan olacaklardan biz sorumlu olmayız. "

"Son sözün bu mu Balaya? "

Karahi bir hışım oturduğu yerden kalktı. Siyah kıyafetlerinin içinde gözbebekleri parlayarak kaşlarını çattı. Köşeli yüzüne yakışan çene kemiği dişlerini sıkmaktan gerildi.
Balaya meydan okuyan bakışlarla,
"Budur Karahi, " dedi.

Karahi geceden kara gözlerini kıstı. Başını aşağı yukarı tehditkâr bir şekilde salladı. Arkasını Balaya ‘ya dönmeden, geri geri, ezbere bildiği kapıya doğru ilerledi. Sırtı kapıya değdiğinde elini arkaya uzatıp ilkel tokmağı çevirdi. Dışarıda esen sert rüzgâr sırtını yalayıp sıcak odaya dolarken bir adım atıp bedenini dışarı çekti. Sıktığı çenesini serbest bırakarak ağzını açtı; iki sivri dişini sergileyerek tıslar gibi konuştu.

"Bundan sonra olacaklardan kork Balaya, savaşı sen başlattın. "

Karahi burnundan kıl aldırmamıştı lâkin korkmuyor da değildi. Klan üyelerinin mevcut sayısı tüm kurtlara baş edecek güçte değildi. Bir şekilde ya destek bulmalı, ya da Balaya’ ya gelecek desteği engellemeliydi. Bu düşünceyle Balaya'nın ilk desteğini isteyeceği Bozkurt Klanına gitmeye karar verdi.

Balaya ise Karahi'nin niyetinden habersiz Uleyf'le durum değerlendirmesi yapıyordu.

"Ne yapacağız baba? Karahi dediğini yapar. "

"Bekleyeceğiz Uleyf, beklerken de Bozkurt Klanına haber salacağız. Bir savaş olasılığında Karahanlılarla tek başımıza mücadele edemeyiz. "
"Bize destek olurlar mı peki? "
"Elbette, yani sanırım insan avcısı bir kabileye destek olacak değillerdir. "
"Peki ne zaman haber vereceğiz?"
"Yarın sabahın ilk ışıklarıyla yola çık oğlum. Senden daha iyi bir haberci bulamam. "
"Peki baba! "
Uleyf başıyla selam verip odasına çekilmeye gideceği vakit babasının ağzından dökülen sözcükler iç açıcı değildi.
"Umalım da savaş çıkmasın oğlum, yoksa halimiz kötü olur. "

WW

Alacalı tüyleri koşmanın ve rüzgarın birleşimiyle geriye doğru yatmıştı. Engin ağaç dallarının yüzüne çarpmaması için arada başını yere eğerek son sürat, babasının verdiği görevi yerine getirmek adına koşuyordu. Bozkurt Kabile' si uzaktı. Gün ağarırken çıktığı yolculuğu kurt formunda olduğu halde ancak yarın bitirebilirdi. Vakit akşamı gördüğünde karnından gelen gurultular açlığını ve yorgunluğunu hatırlatırken hızını azaltarak koşmayı bıraktı. Kurt formunun verdiği hayvani iç güdüyle kendine av aramaya çıktı. Önce nefesini düzenledi. Adım atmayı bırakıp kulaklarını dikti. Cüssesi büyük olduğu için görünmeme olasılığı azdı ama yine de şansını deneyecekti. Doğadaki ses cümbüşü kulaklarına dolarken her bir sesi tek tek ayırt edebiliyordu.

Sık ardıç ağaçlarının dalında bir hüthüt kuşu ötüyordu. Yerde bir yılan, gördüğü dağ faresine sinsice sürünerek yanaşıyordu. Yılan o kadar sessiz ve haindi ki farenin şansı yok gibiydi. Yılan arkasından yaklaştığı fareyi tek hamlede ağzıyla kaparken ısırdığı fare zehir yüzünden anında ölmüştü. Son çıkardığı ses, "cik! " olurken fare yılanın sindirim sistemine doğru yola çıkmıştı. Duyuyordu Uleyf, tüm bu ses curcunasının içinde iri bir çınarın kovuğuna saklanmış tavşanın kalp atışlarını.

Diğer sesleri yok sayıp tüm dikkatini tavşana verdi. Ağır adımlarla çınarın arkasına doğru dolaştı. Çam, gürgen, katran ve söğütlerin arasından çıt çıkarmadan yürüdü. O sırada bir serçe tüm neşesiyle ötüyordu. Uleyf'i fark eden bir sincap bulunduğu ağaçtan başka bir ağaca geçti. Onlara aldırmadan sessiz yürüyüşüne devam etti Uleyf. Çınarın arkasına geldiğinde pençesini kaldırarak ağaca vurdu. Tavşan, evinin başına yıkılacağını düşünerek kendini kovuktan dışarı attığında, bir saniye bile sürmedi Uleyf'in onu yakalaması. Şimdi çenesini boynuna geçirdiği tavşan titreyerek can veriyordu.

Tüyleri yer yer kahverengiye çalan tavşanı ağzında sıktı. Son çırpınışları da son bulduğunda öldüğüne kanaat getirip yere bıraktı. Tavşanın gözleri cam gibi açıktı. Beklemediği anda av oluvermiş ve son nefesini Uleyf'in ağzında vermişti. Doğanın kanunu bu değil miydi? Kimi avdı, kimi avcı. Tavşanın nasibine de av olmak düşmüştü. Uleyf pek sevmezdi böyle tüylü ve kanlı yemeyi ama bulunduğu durum insana dönüşmek için çok riskliydi. İnsan halindeyken çoğu tehlikenin farkına varamadan bir Karahanlıya yem olabilirdi. Evet, onlar genelde normal insanı tercih ederlerdi ama bu onu yemeyecekleri anlamına gelmiyordu.

Onlardan tiksiniyordu. Hayvan bile değillerken insanların kanını içmekten ne anladıklarını anlamıyordu. Etini yeseler belki anlayabilirdi ama kan, işte bunu anlaması imkânsızdı. Yere bıraktığı tavşanın başını boynundan kopardı. Ağzı kan içinde kalmıştı ama bu guruldayan karnının pek umurunda değildi. Geri kalan bedeni üç lokmaya ayırdı. Ağzının içinde bir o yana bir bu yana dönen tavşanın parçalarından çatır çutur sesler geliyordu. Ağzının bir kenarından dişleriyle ustaca ayırdığı tavşanın tüyü yavaş yavaş uzayarak dışarı sarkıyordu. Tüy parçası tamamen etten ayrılıp yere düştüğünde kırılan kemiklerin un ufak olmasını beklemeden yutarak midesini susturdu. Doymamıştı lâkin bu onu bir süre idare ederdi. Kurt olmanın verdiği bu avlanma hissini ruhundan silip atmak mümkün değildi. En azından insanken böyle hissetmiyordu.

Yeniden yola koyulduğunda güneş yavaş yavaş gökyüzüne veda ediyordu. Gece boyunca koştu. Dağlardan, ırmaklardan, ormanlardan ve çorak topraklardan geçti. Geçtiği her yerin kendine ait bir hikayesi vardı. Bastığı her toprak karesi zihnine fısıldıyordu.

"Şimdi üstümüze basıp geçtiğin yerlerde bir zamanlar Adem koyun otlatıyordu. "
"Uleyf, Sultan Süleyman benden su içmişti, sen şimdi yüzüme bakmadan aşıp gidiyorsun. Sana da kalmaz bu dünya."

Zihni ses öbekleriyle dolarken başını iki yana salladı. Ne meraklıydılar her geçen yolcuya sataşmaya. Aldırış etmedi toprağın, suyun sözlerine. Rüzgar konuştu bu kez sert bir kamçı gibi yüzüne vururken.
"Koş Uleyf, koş bakalım nihaî ömrünün son durağına. Bakıyor musun hiç etrafına? Bak, az önce bir evin çatısını yıktım. Senin yüzüne vurduğum şamarın yüz katını vurarak. Duymamazlığa gelme Uleyf, kork benden. "

Uleyf hızlı adımlarını yavaşlatıp dinledi rüzgarın fısıltısını. Sesi öyle haşmetliydi ki aldırış etmemezlik edemedi. Durdu, dikili kulaklarını yatırıp, tıpkı rüzgâr gibi fısıldadı.

"Ey yel, bilmez misin işim acele, yolum uzun? Ben bilirim senin gücünü kudretini. Bak; yoluma ara verip seni dinliyor, sesleniyorum. Yol ver bu boz toprakların yolcusuna. "

"Var git yoluna ey Ademoğlu, şaşırma hitabıma, kurt da olsan bilirim senin kim olduğunu. "

Uleyf, rüzgâr yol verince bu kez sert tokatlarıyla değil, yüzüne kondurduğu şefkatli meltemlerle koşmaya devam etti.
Geldiği son noktada durakladı. Dağın yamacına kurulmuş, yemyeşil ormanın içinde, varlığı belli olmayan küçük köye gözlerini kısarak baktı. Göz alabildiğince yeşildi her yer. El değmemiş, insan ayağı basmamış gibiydi. Köye doğru belli belirsiz bir patika uzanıyordu.

Muhtemelen şimdiye dek geldiğinden haberleri olmuştu ama hiçbir hareketliliğin olmaması tuhaftı. Yeşil otlakların içinde, boyu bir metreye yaklaşan otlar dizine çarpa çarpa yamaca doğru yürüdü. Artık evler tamamen görünür olmuştu. Buradan ileri habersiz ilerlemek ölüme davetiye çıkarmaktı. Durdu, arka ayaklarının üzerine oturup ön patilerini bükmedi. Başını yukarı kaldırarak en sevdiği serenatı söyledi.

"AauuUuuuUuuu! "




Kayıp Ruhlar OrmanıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin