BEŞ

1.2K 155 22
                                    

Sunnifa ve Edmund beraber uçan taş kağıt makas oynarlarken hala gergindim. Colton kafayı yemişti. Nereden bulacaktım ben tüm gerekli malzemeleri? Gerçekten Saflık İksiri'ni yapmayı beceren büyücüler ve cadılar var mıydı? Yani henüz hala tamamen her konuda bilgili sayılmazdık.

Edmund sevinçle gülerken havada sallanan sihirli taş, Sunnifa'nın ışıltı saçan makasını kırıyordu. Hem de epey... acımasızca.

"Tekrar! Taş..." onlar aynı anda kelimeleri söylerken az önceki makas ve kağıt simgeleri havada durmadan şekil değiştiriyorlardı. Sunnifa'nın sihirli simgesi mor, Edmund'ınki kırmızıydı. "Kağıt... Makas!"

Edmund'ın simgesi kağıda dönüştü ve Sunnifa'nın taşını kaplayıp havada yok etti. Etrafta geriye bir toz bulutundan başka bir şey kalmadı. Edmund ise gururla gülümseyip kollarını göğsünde birleştirdi. Her zaman kazanan olmaya bayılıyordu. Kazanamadığı zamanlarda ise deliye dönüyordu. Gerçi düşününce pek kazanamadığı oyun da olmuyordu. Gryffindorlar adeta doğuştan kazanma şanslıyla doğmuş gibilerdi.

"Bununla da iki-sıfır etti!"

Sunnifa beyaza yakın sarı saçlarını tek bir kısma topladı. Önce yenildiği için biraz tavır takınacak sandım fakat Edmund'ın ne zaman kazansa yüzünde oluşan ifadesinden dolayı çok ciddi kalamamıştı yine. "Şanslıydın, diyelim."

"Şans mı? Evet şansım Edmund Parkes olarak doğmak. Değil mi Bell?"

Edmund'ın koyu kahverengi hatta neredeyse kuzguni saçlarını karıştırdım. Ela ile bal rengi arasında gidip gelen gözleri parıl parıl parlıyordu. En azından en iyi arkadaşlarım bana kendimi biraz olsun iyi hissettirebiliyorlardı. "Ve mütevazilik."

"Senin neyin var?" Sunnifa tıpkı saçları kadar sarı olan kaşlarını çattı. "Roma mı seni geriyor?"

"Roma neden seni geriyor?" Daha ben Sunnifa'yı cevaplayamadan Edmund konuştu. Kaşlarını çatmış, kollarını bağlamıştı göğsünde. İkisinin de durduk yere endişelenmesini istemiyordum. Roma Vergilius ile başa çıkabilirdim. Yalnızca canımı sıkmasından endişeleniyordum. Bir de o zümrüt yeşili gözlerini benim üstüme dikip alayla konuştuğunda ne yapacağımı bilemiyordum. Zaman zaman.

"Germiyor. Kütüphaneye gitmem lazım. Orada onunla buluşmam lazım."

"Neden?"

Edmund'a ve Sunnifa'ya baktım. İkisinin de kafası epey karışmış görünüyordu. "Söyledim ya. Colton. İksir. Beraber çalışmak zorundayız."

Edmund alayla güldü ve ters dönmüş gömleğimin yakasını hızlı bir hareketle düzeltti. "Güven bana, Roma oraya bile gelmeyecek."

Çantamın kayışını omzuma taktım. Edmund'a söylemeyecek olsam bile içten içe ben de aynısını düşünüyordum aslında. "Bir önemi yok. Öyle ya da böyle bu iksire başlamak zorundayım. Colton yoksa beni dersten bırakacak."

Sunnifa dudaklarını içeri alıp üzgünce başını eğdi. "Bu eziyet. Ve haksızlık. Yılanın beden bulmuş haliyle birlikte çalışmaya seni zorlayamaz."

"Anlaşılan... yaptı bile."

***

Ben Roma'nın gelmeyeceğinden emin olup, çoktan kitapları araştırmaya başlamıştım ki biri çantasını adeta üstüme atarak yanıma oturdu. İrkilerek başımı kaldırdım ve beni çakmak çakmak izleyen Roma ile göz göze geldim.

"Selam," diye fısıldadı.

"Geç kaldın!"

"Uyuyakalmışım."

"Kim bu saatte uyur ki?"

Kaşlarını çatıp çantasını açtı ve içinden notlarını çıkardı. Diğer yandan da yüzünü ekşitmişti. "Ben?"

Gözlerimi devirip onu görmezden gelmenin en iyi yol olacağına kanaat getirdim. Çoktan toplanması gereken şeyleri listelemiştim bile. Sadece bazı önemli malzemeleri nasıl elde edeceğim konusunda biraz aklım karışıktı.

"İşi yarılamışsın bile."

"Daha çok yüzde doksanlamışım diyelim."

Yüzüme biraz rüzgar çarpınca bunun Roma'dan geldiğini, gülerken onun nefesinin bana çarptığını fark ettim. Tüm tüylerim aniden diken diken oldu. Saçma. Çok saçma.

"Yardım edebilecek miyim?"

"Belki dönüp odana gidersen evet."

"Neden? Yardım etmek istiyorum."

"Çok yakın duruyorsun."

Bir şey söylemedi. Ona bakmıyordum. Gözlerim kelimelerin üstündeydi ancak onun gözlerinin üstümde olduğunu hissediyordum. Hala geri de çekilmiyordu. Yutkunarak beklemeye başladım.

"Rahatsız mı ediyor bu durum seni?"

"Açık değil miydim?"

Hala duruyordu. Yakındı. Saçlarının dağınıklığının gölgesi bile defterime düşüyordu. Teninden garip bir koku yayılıyordu. Ona has bir koku. Parfüm gibi değildi. Soğuk, iç ürperten bir koku. Tam olarak açıklamam mümkün değildi.

Cevap vermeyince ona döndüm. Oh. Tahmin ettiğimden bile daha yakındaydı. Benim dönüşümle o da yutkundu. Hala uzaklaşmıyordu. Masaya dayadığı kolları benimkilere temas edecek kadar da yakındaydı. Gözleri benimkileri izlerken de sakin ama meraklıydı.

"Benden o kadar da nefret etmediğini düşünüyorum aslında, Lincoln."

"Neden?"

Omuz silkti. "Benden kaçmıyorsun. Bana bakmaktan, bana karşı çıkmaktan çekinmiyorsun. Beni dışarıda bırakmak yerine dahil etmeye çalışıyorsun."

Başımı iki yana salladım. Bu denli yakınken konuştukça nefesi kirpiklerimi titretiyordu. Kalbim fazlasıyla rahatlatıcı bir bitkinin kokusuyla hem uyuşuyor hem de hızlanıyor gibiydi. Kelimeleri toparlamakta zorlanıyordum. Biraz ondan kaçabilmek için gözlerimi önce yere, parkeye, sonra tekrar onunkilere çevirdim. "Senden çekinecek hiçbir şeyim yok?"

Kolunu uzatıp aramıza koydu. Sonra bedeni biraz daha eğildi. Kaşları hafifçe çatılmıştı. Dalga dalga, gerçekten de uyuyakalmış olduğu bahanesinin doğruluğunu kanıtlayan saçları neredeyse benimkilere değebilirmiş gibi hissediyordum. "Korkmuyorsun yani benden?"

"Hayır. Neden korkacakmışım?"

"Azkaban? Babam?"

Başımı iki yana salladım. Gözlerini benden çekip masaya çevirdi. Diğer yandan da gülümsemesine hakim olmaya çalışıyormuş gibiydi. Sol gözünün hemen altında, elmacık kemiğinde bir gamze olduğunu yeni fark ediyordum. Onunla alakalı çocuksu olan tek şeydi belki. "Hayır."

"Bir Hufflepuff için fazla mı cesursun yoksa Hufflepuff olacak kadar saf mısın?"

"İkisi de değil. Cesurum. Ve Hufflepuff'ım."

Gözleri yine beni buldu. Gülümsemesinde bu sefer tamamen alaycılık yoktu. Ben ne kadar aksi olacağını düşünsem de daha çok anlayışlı bir ifade var gibiydi. "Beni şaşırtıyorsun Bell Lincoln."

"Korkak ve naif bir Hufflepuff olmadığım için mi?"

Başını iki yana salladı. "Hayır. En az bir Slytherin kadar hırslı olduğun için."

"Bu da ne demek? Neyin hırsı?"

Gülümsemesi genişlerken sonunda benden uzaklaşarak sandalyede arkasına yaslandı. "Kendini kanıtlama hırsı."

The Poison of Innocence // Hufflepuff+SlytherinWhere stories live. Discover now