TURP GİBİSİN

384 31 6
                                    

Soğuk bir gün. Havalar ısınmaya başlamışken yaşananların etkisi altında kalmış gibi etkilenen gökyüzü oldukça koyu. Bulutlar gri. Yağmur yağadı yağacak gibi görünüyor. Esen rüzgar saçlarımı olabildiğince dağıtmışken üşüyen ellerimi üzerimdeki hırkanın ceplerine soksam da bir işe yaramıyor. Burnum akıyor gibi çekiyorum, sürekli ağlamaklı bir halde duran ifademe denk gelenler benimle uzun göz teması kurmaktan kaçınıyor sanki.
Herkes burada. Kalabalık bir cenaze. Kalabalık bir veda. Aslan, Sina, Hazal, Doğu, Yafes, Afra ve Zafir'in babası Cengiz Ural. Geri kalan kalabalığı tanımıyorum pek. Bir çoğu asker, bir kısmı polis. Karışık. İçim sıkılıyor. Önümdeki kapatılmış mezara bakıyorken omzuma dokunan eli hissediyorum.

"Seni eve bırakmamı ister misin?" diyor, Aslan. Bakışları kısa bir an için arkasına dönüyor. Baktığı yere baktığımda Hazal'ı görüyorum. Muhtemelen sorun çıkartmak için vakit kolluyor, geldiğimden bu yana bana hiç de iyi bakmayan gözleri canımı yakmak için en ufak bir şansı dahi değerlendirecek cinsten. Sonra yeniden ilerdeki toprak yığınına bakıyorum. Ona veda etmek istiyorum ama şimdi değil, bu kalabalıkta olmaz. Daha güzel, güneşli bir günde. Başbaşayken.

"Olur. Zafir'in evine gidebilir miyiz, eşyalarımı alacağım."

Yerimden usulca kalktığımda kolumu tutarak bana yardım etti. Ona yaslanmamı sağladı. Bu esnada ben de onun nasıl bu kadar güçlü durabildiğini düşünüyordum. En yakın arkadaşını toprağa vermişti.

Birlikte insanların arasından çıktık. Kalabalığı geçip kaldırım taşları üzerinde ilerlerken ikimizden de çıt çıkmıyordu. Koluna girmiştim. Başımı kaldırıp ona baktığımda onu beni izlerken buldum. "Üşümüşsün." dedi yalnızca. Burnumun ucunu tahmin edebiliyordum. Ellerim zaten buz gibiydi ama sanki bakışlarının ardında başka söyleyecekleri vardı.

"Bir şey mi oldu?"

"Kendini bu kadar yıpratmamalısın." Mezarlıktan çıkmıştık. İlerdeki arabasına doğru yaklaştığımızda anahtarını cebinden çıkardı ve ön koltuğun kapısını benim için araladı. Ben ise hâlâ dediğini düşünüyordum. Onu kaybetmiştim ve bunun yasını tutmak zamanımı alacaktı. Buna istesem de dur diyemezdim çünkü bu kısacık zamanda Zafir'e fazlasıyla kapılmıştım.

"Sırrını öğrenmek isterim, yıpranmamak için yani. Malum elimde olan bir şey değil."

Kapımı kapattı. Dolanıp yanıma geldiğinde vakit kaybetmeden arabayı çalıştırmıştı. Yola çıktık.
"Onu düşün, onu yaşa ama bunun için üzülme. Üzülmek sana bir şey kazandırmayacak. Yaşadıklarınızla mutlu ol."
Yaşadıklarımız? Peki ya yarım kaldıklarımız yaşadıklarımızdan daha fazlaysa eğer. O zaman da mutlu olabilir miydi insan?
Burnumu çektim. Arabanın içerisi sıcaktı. Üzerimdeki hırkanın önünü açarken dağılan saçlarımı toplamaya çalışmıştım. Pek beceremesem de önüme gelen saç tutamlarını kulaklarımın arkasına iterek ellerimi ovuşturdum.
Arabanın hızı yavaş yavaş düşmeye başladı. Bakışlarım yaklaştığımız evi uzaktan göz hapsine alırken çok geçmeden arabayı durdurmuştu.

Buraya geldiğim ilk günü ve buraya onunla geldiğim günleri düşünürken içeriden eşyalarımı toplamak adına gelmek oldukça garipti. Arabadan indim. Sakin adımlarımı onun geriden gelen adımları takip ediyordu. Gözlerim dolmuştu. Kapıya yaklaştığımda açması için geriye dönüp ona baktım. Cebini karıştırdı sonra aradığını bulamamış gibi homurdanmıştı. "Hay böyle işe ya." Toparlandı. Anahtarın olmadığını düşünüp geri dönmeye hazırlanıyorken o sanki içeri girebileceğinden eminmiş gibi etrafa, boş sokağa bakmıştı. Yalnız olduğumuza emin olduğunda uzanıp zile basmıştı sonra da kapıya yaklaştı ve sanki kapıyı açan kendisiymiş gibi anahtar deliğiyle oynadı ve kapı açıldı ama onun yaptığı hiçbir şey yoktu. İçeriden biri açmıştı. O sadece dışarıdan kendi açmış gibi gösteriyordu.
Aralanan kapıdan içeriye başını uzatıp girdiğinde benim geçmem için de yolu açmıştı. "Gel hadi." dedi ama kararsız bir şekilde onu süzüyordum. İçeride kim vardı tahmin edemiyordum çünkü az önce bütün tanıdıkların cenazede olduğuna bizzat şahit olmuştum.

UĞUR GETİRMEYEN BÖCEKLERWhere stories live. Discover now