4. Bölüm

67.3K 2.3K 121
                                    

Savaş...

Ayak bastığım topraklara o kadar yabancıydım ki... Oysa buraya aittim ben. Atalarımdan bana kalan can bulduğum bu uçsuz bucaksız topraklar benimdi. Her ne kadar canım yansa da kabullenmek çok güç olsa da içten içe bunu biliyordum. Yıllar önce bir gece yarısı sürgün edildiğim bu yere, yine bir gece yarısı dönüyordum. Ama iki fark vardı acı dolu geceden bu günümü ayıran... O geceki deli yağmurlara inat gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu ve ben artık o saf, küçük çocuk değildim. Kaçmaya çalıştığım, yok saydığım geçmiş önümdeki konakta gizlenmiş, beni bekliyordu.

Yıllar boyu kendime gizlediğim, kendime biçtiğim zırhımı bir kenara attım. Burada İzmirli yat tasarımcısı Savaş Kahraman değildim. Kahraman Aşireti'nin vârisi Savaş Ağa'ydım. Sahip olduğum ve olacağım her şeyden koparıp beni ötelere savuran, şimdi içeride hakkı olmadığı hâlde beni bekleyen adamın tek oğluydum. Yıllar önce bana biçtiği o hayatı seçme şansım olmadan kabullenmiştim. Ama geleceğime elini sürmesine izin vermeyecektim. Ondan gelecek hiçbir şeyi hayatımda istemiyordum.

Elimi saçlarımdan hırsla geçirdim. Adamların telaşla açtığı ahşap kapıya baktım. Girmek zorundaydım. Bunu kardeşim için yapmalıydım. Ancak hareket edemiyordum. Çevremdeki adamlar, havaalanında karşılamaya gelen korumalar ve aşiretimden olduğunu bildiğim insanlar beni izliyordu. Birçoğu gelişimi sevinçle karşılasa da çoğunluğu şaşkındı. Hepsi o kadar yabancıydı ki... Başımı çevirdim. Onlarla bir bağ kurmaya niyetim yoktu. Omuzlarımı dikleştirdim. Şimdi bu lanet yere girecek, onunla konuşacak ve kardeşimin, Peri'nin nerede olduğunu öğrenip ayrılacaktım. Gözlerimi kısıp derin birkaç nefes aldım.

"Sadece bir saat..." dedim fısıltım gecenin karanlığına karışırken. "Bir saat sonra buradan çıkıp hayatına geri döneceksin, Savaş. Ve bir daha... Bir daha asla gelmeyeceksin buraya. Şimdi şu lanet kapıdan içeri gir!"

Bir nebze olsun kendimi toparlamaya çalışıp hızlıca kapıdan girdim. Adımlarımı telaşla taş zeminde sürükledim. Her şey puslanırken olduğum avluda duvarlar etrafımda dönmeye başladı. Çocuksu gülüşüm, annemin neşeli sesine karıştı.

"Benim yakışıklı oğlum nereye saklanmış?"

Başımı çevirdiğimde yok olan seslere bir başkası karıştı. Annemin çığlıkları... Geceden daha karanlık olan o oda sıkıca örtülmüş, rengi solmuş ahşap kanatlarla gizlenmeye çalışılmıştı. Ama ben kapıların ardını görebiliyordum. O gün tüm canlılığıyla belirdiğinde sendeledim. Annemin yataktan yere düşen eli, başımı kaldırdığımda gördüğüm yüzü, yatağı kaplayan kan... Hepsi karşımdaydı yine. Anneme seslenirken beni dışarı çıkaran, yüzünde yara izi olan ebe kadının yaşlarla dolu gözleri...

"Anne! Uyan anne!"

"Annenin uyuması gerekiyor, küçüğüm."

"Düştü mü annem? Dizleri mi uf oldu? Yatağı kan olmuş. O kanı görünce ağlar ama."

"Artık ağlamayacak."

Kadın beni bırakıp yok oldu. Kapı o gün olduğu gibi yüzüme kapanırken kendime geldim. Sıklaşan nefesimle bakışlarımı kaçırdım. Uzun zamandır hissetmediğim kalbimi saran bu derin sızıyı anılarla birlikte yok saymalıydım. Bu kâbustan uyanmalı ve derin bir nefes alıp yoluma devam etmeliydim.

"Sancar Ağa nerede?"

"Odasında Ağam!"

Yanımda duran adam, sözlerinin ardından telaşla yol gösterdiğinde takip ettim. Duraksadığını gördüğümde başımı kaldırdım. Hâlâ annemin odasında kalıyordu. Yumruklarımı sıkarken açılan kapıdan içeri girdim. Puslu odanın ortasına yerleştirilen koca yatakta uzanıyordu. Varlığını sonradan fark ettiğim bir kadın, alnına bez yerleştirip geri çekildi. Annemin odasında başka bir kadınla oluşu damarlarımdaki öfkeyi katmerledi. Yüzü tanıdıktı. Onu tanıdığımı hissettiğim ve atıldığım anda duyduğum sesle yataktaki adama döndüm.

GÜNAHKAR (Yedi Aşiret Serisi - I)Tahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon