XVII - ❝Yaşanmaması Gereken Gün❞

16.4K 1.6K 1.1K
                                    

"İhanet asla kapanmayacak bir yara açar. Unutma."

XVII- "Yaşanmaması Gereken Gün"

"İnsanın zihni neyle meşgulse rüyasında onu görür. Hele içiniz rahat olmadı mı, gerçeğe ne kadar da uyar rüyalarımız!"

Kitaptaki söz zihnimin duvarlarına keskin bıçakla kazınırken yorgun gözlerimi yumup açtım ve Suç ve Ceza kitabının arasına ayracı koyarak kapattım. Bu kadar çok kitap okumuş olmama rağmen Suç ve Ceza'yı neredeyse bir yıldır bitiremiyordum. Hep yeniden başlıyor ve kısa kısa okuyup koltuğun başına bırakıyordum. Belki de bitmesinden korkuyordum, bilmiyordum. Tıpkı şu an ilerlediğim yol gibiydi bu kitapla ilişkim. Yürüyordum ama ilerlediğimden daha fazla durup soluklanmam gerekiyordu.

Zamir gittikten sonra bir saat uyumuş, kitap okuyup Suzi'nin yemeğini hazırlamıştım. Biberonla onu beslerken biraz çekinmiştim ama açtı ve onu beslemem gerekiyordu. Yemeğini yedikten sonra Suzi evi gezmiş, hatta banyoda onun için ayırdığımız yere tuvaletini bile yapmıştı. Akıllı bıdık.

Elim cebimdeki çakmağa gitti. Her tarafı çizilmiş, gümüş çakmağı elime alıp inceledim. B.H. Üzerinde bu yazı vardı: Bilal Hancıoğlu.

Zamir, babasının üzerinden çıktığını söylemişti. Onun için anlamı çok büyük olmalıydı ve çakmağı bana vermişti. Kalbim bu düşünceyle hızını artırırken gözüm kolumdaki bilekliğe ilişti. Kuş tüyü sembolü. Eskiden bu sembol benim için hiçbir şey ifade etmezdi fakat hediye edildiği günden beri özeldi sanki. Hakikatin, doğruluğun, ilahi adaletin simgesiydi. Hatta Mısır'da, ışıkla da ilişkilendirilmiş. Nitekim, karanlık hakikati gizlediğinden, hakikatler ancak ışık altında görülebilirdi. Zamir'in arabasında bu bilekliğin aynısı vardı. Aklıma iki ihtimal geliyordu ya gerçekten bilekliğim yıprandı diye yenisini almıştı ya da bu bilekliği o almıştı. Yani o kadar müddet hayatımda mıydı?

Kendi kendime sorduğum soruya cevap aradığımda çalan kapı buna engel olmuştu. Ayağa kalkarak çakmağı cebime attım ve Baran'ın, "Aç bakalım kapıyı İskenderun güzeli!" diyen sesini duydum. Başımı iki yana sallayarak kilidi çevirdim ve kapıyı açtım.

Büşra ile Baran, ellerinde birkaç torba ve çantayla eve girdiler, kapıyı tekrar kilitlemiş, Büşra'nın bana sarılmasına müsaade etmiştim. Dikkat ettiğim ayrıntı ise Büşra'nın karnıydı. "Büyümüş," dedim tuhaf bir heyecanla.

"Evet," dedi kocaman gülümseyerek. "Büyüdü."

Salona geçtik, Baran etrafa bakarak, "Fena sayılmaz," dedi. "Neyse ki reçellerimi getirdim."

Büşra, "Çok güzel bir ev," dedi, tebessüm ederek. "Bir şeye ihtiyacın var mı?"

"Hayır," dedim. "Bir tek ekmek kalmadı sanırım."

Baran gözlerini kısarak, "Ayıp ettin," dedi. "Yolda gelirken hem kahvaltı ettik hem de sıcacık ekmekler aldık."

"Teşekkür ederim."

Baran yanağımı sıktı. "Bir şey değil, güzellik."

Mutfağa geçip kendime sandviç hazırlayarak yemeye başladım. İçeri giren Büşra, "Afiyet olsun," dedi.

"Sen de ister misin?" diye sordum. Yavaş yavaş paylaşmanın nasıl bir şey olduğunu öğreniyordum ve bu, tahmin ettiğimin aksine güzel bir histi.

"Ben daha demin Hatay kahvaltısı yaptım. Şahaneydi."

Başımı salladım. "Öyledir."

"Mihrinaz," dedi sorarcasına. "Sen neden şiveli konuşmuyorsun?"

HALEFWhere stories live. Discover now