(45) Kurtuluş

23.4K 1.3K 1K
                                    

Günler birbirini kovalıyor ve zaman durmaksızın geçiyordu. Tutsak olarak geçirdiğim hayatım son günlerde bana fiziksel bir acı yaşatmıyordu. İlk başlarda zoraki olan tutsaklığım şimdilerde yerine getirmem gereken bir göreve dönüşmüştü. Bugün itibarıyla tam otuz gündür buradaydım. Otuz gündür bir dağın başında Arda ile yaşıyordum. Anlaşmamızdan sonra değişmek için çaba sarf ettiğini görebiliyordum. Ben onu kızdıracak şeylerden kaçınıyordum, o da bana vurmuyordu. Değişimi bile aslında benden kaynaklıydı. Ben uysal biri oldukça o da içindeki katili dizginliyordu. Kuzey çoktan uyanmış hatta hastaneden taburcu olmuştu. Evet, sözünü tutarak çocukların sağlığı hakkında bana bilgi veriyordu.

Hatta yalan söylemediğini kanıtlamak için Kuzey'in hastanede çıkarken çekilmiş bir fotoğrafını göstermişti. Yanında eğitmeni Buket ile Ecrin de vardı. Yiğit'in evinin balkonunda çekilmiş bir fotoğrafıyla Naz'ın uyurken çekilen fotoğrafını da bana göstererek hepsinin yaşadığını kanıtlamıştı. Çocukların iyi olduğunu bana göstermişti. Sonrasında da bana çocuklar hakkında bir şeyler anlatmayı bıraktı. Ben de sormayı bıraktım çünkü sürekli çocuklardan bahsederek onu kızdırmak istemiyordum.

Göğsümdeki yara eskisine göre daha iyi durumda olduğu için bu konuda herhangi bir sorun yaşamıyordum. Bahçede yürürken bir salyangoz gördüm ve durdum. Eğilip onu yerden alarak doğrulduğumda, "Yankı," diyen Arda'nın sesini duydum. Başımı çevirip kulübeden çıkan adama baktım. Elinde siyah bir şal tutarak bana doğru geliyordu. Yanıma gelip şalı omuzlarıma bıraktı. "Bugün hava biraz serin," diyerek şalı iyice omuzlarıma çekti. "Üşüyeceksin."

Baştan ayağa onu süzdüğümde üzerinde sadece bir pantolon ve tişört olduğunu gördüm. "Sen de öyle, ceketini almalıydın." Onu düşündüğümü gösteren sözlerim karşısında tebessüm etti. "Sana göre daha dayanıklı olduğumu kabul etmelisin," dediğinde sadece başımı salladım. Aslında dayanıklı olan bendim çünkü hayatımın çoğu kış soğuğunda sokaklarda geçmişti. Fakat onun istediği her konuda zayıf ve aciz bir kadındı. Her dediğini onaylayarak ona görmek istediği kadını veriyordum.

Elimde tuttuğum kabuğu gördü. "Bu ne?" Bence ne olduğu çok belliydi.

"Salyangoz kabuğu." Avucumu iyice açarak görmesini sağladım. "Bazı insanların salyangoz yediğini biliyor muydun?" dediğimde yüzünü buruşturarak beni onayladı. "Ben yemezdim," dedi. Yediği otuz yarasayı ona hatırlatmak için deli oluyordum.

"Ben de yemezdim." Umarım yine bana sokaklarda yemek zorunda kaldığım şeyleri hatırlatmazdı.

Elimdeki kabuğu yere attı ve elimi tuttu. "Biraz yürüyelim mi?" dediğinde elimi çekmediğim gibi itiraz da etmedim. Beni dönüştürdüğü bu uysal kadından nefret ediyordum.

Birlikte bahçede yürürken hep olduğu gibi yine fazla sessizdim. Gel dese gider, dur dese dururdum. Hayatımın ipleri tamamen onun elinde gibiydi. Bu suskunluğum benim kararım değildi, mecburiyettendi. "Bu aralar tüm işlerim ters gidiyor," dediğinde sessizlik içinde onu dinliyordum. "Altuğ hiç pes etmiyor," diyerek bana doğru döndüğünde yutkunmuştum. Onun adını duymak bile uslanmaz kalbimi heyecanlandırıyordu. Hâlâ mı, diyordum; hâlâ mı ona tutkunsun? Seni bu adamın ellerine bırakan birini hâlâ mı seviyorsun? Yapma be kalbim, vazgeçmen için daha kaç ihanet tatman gerekiyor?

Aşkta acıyı ilk yaşayan kaybedermiş.

Altuğ'un adını duymak gerilmeme sebep olduğu için bu, dikkatinden kaçmamıştı. "Ona olan hislerin hâlâ devam mı ediyor?" dediğinde başımı hızlıca iki yana salladım. "Artık değil," dedim. "Artık sadece sen varsın," diyerek yalan söyledim. Bu şartlar altında onu kızdırmak gibi bir aptallık yapamazdım. Onu sevdiğime inanmalıydı.

YARALASAR(Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin