18

562 94 122
                                    

Medya || Take Me To Church - Hozier



Birini öldürmüştüm.

Üstelik savaş meydanında değildik ve kanı ellerime bulaşan kişi düşman olmaktan çok uzaktı, hatta aksine, krallığımızın en ünlü komutanlarından biriydi. Tüm vücudum yeniden titremeye başlarken gözlerimi, çürüyen cesetten ayıramadım. Ben ne yapmıştım?

Kızıl Karanfil Ruhu, General Yifan'ın cesedine baktığımı fark ettiği anda Çukur'u aydınlatan, duvardaki bütün ateşler söndüler. Çukur'un ne kadar aydınlık olduğunu, ancak karanlığa gömüldükten sonra anlayabildim. Jomgdae, XiuXiu veya General'in yakmadığını biliyordum o ateşleri, belli ki Kızıl Karanfil Ruhu Çukur'a girdiğinde yakmıştı.

Sonsuz bir karanlıkta dururken hissedebildiğim tek şey sıcaklığı ve mis kokusu oldu. Yüzümü göğsüne sıkı sıkı bastırdım, hâlâ saçlarımı okşayan eline odaklanmaya çalıştım.

Ben kollarında deli gibi titrerken diğer eli de sırtımda bekliyordu. Bir şey söylemedi, söyleyecek ne vardı ki? İntikam almak için iki yüz yıldır beklediği adam ölmüştü, üstelik ellerini kirletmesine dahi gerek kalmamıştı, her şeyi onun için halletmiştim. Ben ne kadar dağılmışsam o da o kadar memnun olmalıydı.

En tuhafı, içimdeki bütün duygular (öfke, panik, korku, endişe bunlardan sadece bazılarıydı) orada bir yerlerde durmaya devam etseler de o saçlarımı okşadıkça içime inanılmaz bir rahatlık hissi yayıldı, göğsümü ve karnımı kasan o iğrenç hissi az da olsa dağıttı. Sarsılmalarım önce durdu, sonra tamamen kesildi. Nefeslerim hâlâ titrekti ve karanlıkta yankılanan tek bir ses bile yoktu.

Teselliyi onun kollarında aramamın veya onun beni kollarında teselli etmesinin sebebi bilinmezdi; neden rahatlayıp kendimi iyi hissettiğim daha da bilinmezdi.

Biraz sakinleşince, sırtımdaki elinin hafifçe titrediğini fark ettim. Karanlıkta göz gözü görmüyordu, eğer bana dokunuyor olmasaydı yakınlarımda biri olduğundan bile şüphelenirdim. Ağzımı açtım, ne olduğunu kesinlikle bilmediğim bir şey söyleyecektim ki konuşan o oldu.

"Daha ne kadar sessizce beklemeyi düşünüyorsun?" Sırtımdaki el, bütün omzumu korumacı bir tavırla sardı, o konuşunca göğsünün hafifçe titreştiğini hissettim.

Cümlesinin bana yönelik olduğunu düşündüğüm için donakalmıştım, kendimi geri çekmeye çalıştım ama kolları, gitmeme kesinlikle izin vermedi. "Ben..." diye başlasam da sözümü kesen, ağır birkaç adım sesi oldu, sonra tüm çukur bir anda aydınlandı. General Yifan'ın cesedi gitmişti, şimdi yerinde, iki metre kadar ilerimizde başka biri duruyordu. "Mareşal Junmyeon?" dedim boğuk sesimle ve beni saran adamdan, meyve vermeyen bir çabayla uzaklaşmaya çalıştım ancak ancak bedenimde zerre güç yoktu ve zaten omzumdaki eller de geri çekilmem adına hiçbir şekilde fırsat tanımıyorlardı, o an için onları atlatmam imkânsızdı. Beni göğsüne bastırmaktan rahatsızlık duyup duymadığını merak ettim, olabilecek en alakasız anda.

"Merhaba, Efendi Baekhyun." Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı, açık kumral saçları, duvarlardaki sayısız ateşin ışığında nazikçe parlıyordu. Onun da General Yifan gibi gizli bir niyetinin olup olmadığını tahmin edemediğim için gerilsem de sorgulayacak kadar bile enerjim yoktu. "Çok yorgun görünüyorsunuz, lütfen biraz dinlenin."

"Mareşal, durum kötü gözüküyor, biliyorum ama General-"

"Kendinizi yormayın." Bana bakarken nazik bir şekilde kısılan gözleri, Kızıl Karanfil Ruhu'na döndüğünde oldukça tehditkâr bir hâl almıştı. "Konuşalım," derken ses tonu bile sertleşmişti.

crimsonWhere stories live. Discover now