32

555 82 118
                                    

Medya || Rain - Taeyeon


"Su ister misiniz?" Elimdeki şişe tutulunca hemen sırtımdaki sepetten yeni bir tane çıkarıp sıradaki kişiye uzattım. "Su?"

"Genç efendi..." Sesi duyunca hemen o tarafa yönelip daha önce sık sık mutfakta gördüğüm yaşlı kadına su verdim. Teşekkür ederken elimi tuttu, o esnada bütün parmaklarının ve elinin tamamının yandığını fark ettim. Bana dokunurken canı acımadığına göre hekimler çoktan gerekli ilaçları ona vermiş olmalılardı ama yine de kalbimin sızlamasına engel olamadım.

Chanyeol böyle bir şeyi nasıl yapmıştı?

Daha bu sabah, onu düşününce aklıma gelen ilk şey nazikliği olurdu. Onunla biraz sohbet etseniz, yanında dursanız ve o da saçlarınızı okşayıp güzel kelimeler etse kalbinin nazikliğini görmemeniz imkânsız hâle gelirdi. Davranışları da çok zarifti, öyle hızlı ve asil hareket ederdi ki bazen kıpırdadığını bile fark etmezdiniz. Bunu da içindeki nazikliğin dışa vurumu olarak yorumlardım daima. Her şeyin aslında koca bir rolden ibaret olduğunu bilmek canımı çok yakıyordu.

Daha çok düşündükçe, aniden önümde beliriveren gri gözlü adamın hikayesini doğrulayacak daha fazla kanıt buluyordum ve bu delirmeme neden oluyordu. Sürekli yin yeteneğimi geliştirmem için beni teşvik etmesinden tutun da o beyaz yüzüğü ısrarla parmağıma geçirmeye çalışmasına kadar yaşanan her şey, kafamın içinde dönüp duruyordu. Nasıl bu kadar kör olup bir peri masalının içinde yaşadığıma inanabilmiştim?

Belki de gerçekten de söylediği yalanları inanmayı tercih eden, en başından beri bizzat bendim, ona olan sonsuz aşkımdı.

Acaba beni hiç 'ben' olarak görmüş müydü? Belki de yalnızca İblis Kral için feda edilmesi gereken bir piyondum, sevgilisi dönene kadar meşgul kalmasını sağlayacak bir oyuncak. İçi boş bir beden. Kim bilebilirdi ki?

İçimdeki küçük bir parça, şüphelerime karşı koymaya çalışıyordu. Örneğin eğer amacı İblis Kral'ı bedenimde canlandırmaksa sahiden, kimliğini gizli tutup benden saklanmayı ve güvenimi tam anlamıyla kazanmayı arzulardı, değil mi? Öyleyse o minik odayı hana gelip gittiğim süre boyunca neden hep açık bırakıp onu keşfetmemi ummuştu, içten içe? Veya isteseydi beni rahatlıkla orada tutabilirdi, ona karşı koysam da ciddi bir tehdit olmazdım. Bu kadar kolay gitmeme, hatta onu yaralamama nasıl izin vermişti?

Omzundaki kan lekesi aklıma geldiğinde ürperdim. Onca şeyden sonra bile kılıcımın keskin bıçağı esmer tenine saplandığında neden canı yanan benmişim gibi hissetmiştim?

Tabii bu sorular, arkamdan sedyelerle taşınan yüzlerce cesetle önümde su bekleyen, yüzleri, elleri, vücutları yanmış insanları ve koca koca alevlerin yayılmaktan bir an bile vazgeçmediği binaları görünce aklımdan çıkıveriyordu. Binaları neden yaktığını ancak tanrı bilirdi.

"BAEKHYUN! SEN BURADA NE YAPIYORSUN?!"

Sesi duyunca otomatik olarak arkama döndüm ve kollarındaki onlarca şişe ilaçla bana bakan Jongin'le, küçük bir kızın elinden tutan Kyungsoo'yu gördüm. Hemen onlara doğru koşup yere eğildim ve Seulgi'yi kollarımın arasına çektim. Anında uysal bir şekilde sarılışıma karşılık verirken ağlamaya başlamıştı. "Oppa, nerelerdeydin?! Neden beni bırakıp gittin?! ÇOK KÖTÜ YARALANDIM, AZ KALSIN ÖLECEKTİM!"

Korkuyla Kyungsoo'ya baktığımda kafasını iki yana salladı. "Yangın esnasında Genç Efendi Seulgi korkup sizin odanıza kaçmış, bu yüzden onu bulmamız biraz uzun sürdü ama herhangi bir zarar görmeden onu dışarı çıkarmayı başardık."

"Bileğini çarptı, sabahtan beri ona ağlıyor." Jongin homurdandığında Seulgi'nin bir adım geri gitmesini sağladım ve moraran bileğine baktım. "Bu bakış da ne böyle, çok korkunç..." Jomgin konuşana kadar kaşlarımı çattığımı ve mavi gözlerimin birkaç ton koyulaştığını fark etmemiştim.

crimsonWhere stories live. Discover now