Bölüm Altmış Bir - Dökülen Yapraklar ve Dik Duran Dallar

195K 12.4K 22.9K
                                    

Bölümün hepiniz için bir parça moral olabilmesi dileğiyle...

Siz de yorumlarınız ve oy sayımızla bana moral verebilirsiniz. İhmal etmeyin lütfen. Artık 61. Bölümdeyiz, verilerde bir düşüklük görmek hiç hoş olmuyor. Bu bölümü hayatımdaki büyük sıkıntıların eşliğinde yazdım, siz de benim için özenli okuyup yorumlar atarsınız umarım.

Teşekkürler.

-Şule

Bölüm Şarkısı:  Orange Blossom - Ya Sidi

Enchanter - Dragon Age: Inquisition

Bölüm Altmış Bir - Dökülen Yapraklar ve Dik Duran Dallar

Çevremdeki ateşlerin zehirli gazları aldığım her yavaş nefeste genzime kaçıyor, boğazımda yakıcı bir emare bırakıyordu. Önümdeki yaralı bedenin ortadan ikiye yardığım boynunun derisi sıyrılmış, kemikleri dışarı fırlamıştı. Dizlerimin üzerine çökmüş bir şekilde karşısında duruyor, boş bakışlarla hırıltısının dinmesini bekliyordum, bedeni birkaç saniyede bir sudan çıkmış balığı andıracak şekilde sıçrıyor sonra sırtı çamurlu zemine yapışıyordu.

Birden hepsi kesildi.

Bedeninden ayrılmak üzere olan başı sağ omuzuna doğru düştü, hırıltıları sonsuza dek dindi. Olduğum yerden kalkmadım, çıkardığım ateşler tüm sıcaklıklarını bedenime, yansımalarını gözlerime iştigal ederken öylece bir cesede çevirdiğim adamı seyretmeyi sürdürdüm. Ateşin çıtırtılarından başka hiçbir ses yoktu.

Dakikalar sonra dudaklarıma sızan metalik tatla transtan çıkmış gibi başımı yavaşça iki yanıma doğru salladım. Bir ormanda olduğumu o zaman fark ettim, etrafımı saran ateşten çembere dehşet içinde baktım, kafamı önüme eğdim ve önce Mirza'nın kanla kaplı cesedini sonra kanıyla lekelenmiş elimde tuttuğum keskin hançeri gördüm. Öyle irkildim, öyle ürperdim ki hançeri bu cinayetin failinin ben olamayacağımı kendime ispat edercesine tiksinti dolu bir tavırla yere bıraktım. Metal savunma silahı bir başka hançerin üzerine düşüp tıkırdadı, cesetten irkilerek geriye doğru sendeledim. Gözlerimi kapatıp açtım ama hâlâ oradaydı.

Başım, üzerinde kütlelerce ağırlık varmış kadar ağrıyordu, kulaklarımda tiz çınlamalar hakimdi. Bedenimde güç kırıntısı dahi hissetmiyordum ama ayağa kalkmam gerektiğini biliyordum. Ellerimle koyu kanların çamurlaştırdığı toprak zeminden destek alarak sızım sızım sızlayan bacaklarımla ayağa kalktım. Etrafım yüz üstü, sırt üstü, omuz üstü düşen ölü ya da yaralılarla doluydu. Yaralılar acı içerisinde yalvarır şekilde inliyorlardı, ayakkabımın tam ucunda ait olduğu gövdeden kopan çıplak bir kol bulunuyordu, neredeyse basacaktım ki son anda postallarımla üzerinden atladım.

Öyle yoğun bir koku vardı ki midem bulanıyordu, içindekileri dışarı çıkarmamak çok zordu. Bir kere öğürdüm fakat her nasıl olduysa kendimi tutmayı başarabildim.

Yüzlerce yaralı beden arasında ateşten çemberime doğru ilerlerken hayal meyal hatırladığım Barın'ı bulmak istedim, eli yüzü kan içindeki yabancı suratları görmezden geldim, uzaklardan araba sesleri duyuluyordu, duymazdan geldim. Elimi kaldırdım, gücümün son kırıntılarıyla tüm ateşi söndürdüm. Ve sonra birkaç metre ötemdeki Barın'ı gördüm. Baştan ayağa ürperdim, tüylerim diken diken oldu. Bir kez daha kâbus olmasını dilemiştim fakat hâlâ orada olduğunu bilmek yüreğimin dehşet içinde teklemesine sebep oldu.

Barın, ölmüştü.

Benim için.

Ben bunu... Mehsa'ya nasıl söyleyecektim?

KARANLIĞIN ŞEHRİWhere stories live. Discover now