İtiraf

1.6K 110 31
                                    

Ne diyordu Sait Faik Abasıyanık;

"Tek ihtiyacım olan şey; bir deniz kıyısında sabaha kadar oturup, olan biteni gözden geçirdikten sonra kafasında herşeyi aşmış, bir insan olarak kalkıp gitmek istiyorum"

İşte tam olarak böyle birşeye ihtiyacım vardı. Oturup, sakince kendimi dinlemeliydim.
Ne istiyordum? Neye kızgın ve öfkeliydim? Kendime mi, yoksa yaradana mı?
En önemlisi ise, suçu kimde aramalıydım peki?
İşte bu cevabı zor olan sorulara cevabım var mıydı, diye sorarsanız hayır yoktu

Evet, bu bir imtihandı ama benim hayatım bir imtihandan çok daha fazlasıydı. 22 yaşında biri olarak hiçbir şeye hevesim kalmamıştı ama yine de, içimde, bir yerlerde umut kırıntısı kalmıştı. İşte beni ayakta tutan da belki de buydu. Onlar gibi olmayacağıma dair söz vermiştim kendime.

Çünkü sevgisizlikle ve fiziksel, sözlü şiddetle büyüyen biriydim ama her zaman, bunun doğru olmadığını hatırlattım kendime. Dayak yedim köşeme çekildim kendi kendimi sakinleştirdim. Sözlü hakaretlere maruz kaldım evime gidip, yatağıma girince kendi kendime telkinlerde bulundum.
İşte bu yüzden kimseye güvenim kalmamıştı. Elbette etrafımda sevdiğim kişiler vardı ama onlara karşı da güvenim yoktu.
Çünkü diğerleri, bana 'herkesin güveni menfaati bitene kadar' olduğunu çok güzel öğretti...

Peki Olcay ile akşam buluşmalı mıydım? İşte kendime bile cevap veremiyordum. Bir yanım evet git derken diğer yanım, hayır, sakın gitme gardını sakın elinde bırakma, yoksa yine arkandan hançeri yersin diyordu.
Ama denemeden de bilemezdim. Herkes hata yapar, bilerek veya bilmeyerek.

Belki gerçekten, Olcay, dayısına karşı gelemedi. Yada kendimi böyle telkin edip, biraz da olsa kendi kendimi rahatlatmalıydım. Çünkü saat 5.30'du. Birazdan çıkacaktım. Kapıda Olcay'ı görürsem nasıl bir tepki vereceğimi inan bilmiyordum. Umarım kendim için en doğru kararı verirdim.

Peki ben onu her düşündüğüm de, neden karnımda farklı heyecanlar oluşuyordu yada davet Günü onu orada bırakıp, gittiğimde o hali neden bir türlü gözümün önünden gitmiyordu. Neydi onu bana düşündürten. Vicdanım mı, yoksa onun pişmanlığı mı? Bence ikiside değildi.

Eğer düşündüğüm şeyler ise, biraz da olsa kendimden, yine ortada kalmaktan, yada hayal kırıklığına uğramaktan çok korkuyordum. Çünkü kendimi bir uçurumda bulmam an meselesi olurdu.

İşte bu yüzden kendimden korkuyordum. Arkamda gözü yaşlı Selma ablayı ve Furkan'ı bırakacaktım. Ölmekten korkmuyordum, zaten Allah'a emanet yaşıyordum bu hayatı. Yani ziyan olacak çok da birşey yoktu.

Oflayıp, masamda duran annem ve babamın fotoğrafını düzeltim. Çünkü geçen gün onlara bakarak Olcay ve diğerlerinin yaptıklarını şikayet ettim ama şimdi onunla buluşacağımdan dolayı, sanki;
'Üzülürsün oğlum sakın gitme' der gibi bakıyorlardı bana. Bir yandan da belirsizliklerle hep kötüyü düşünmek de istemiyordum. Belki daha farklı birşey gelişecekti hayatımda, ki Olcay biraz da olsa pişmanlığını dile getirmişti...

Hem o da benim gibi yetimdi. Tek fark o 15 yaşına kadar onlarla yaşamış, gülmüş, ağlamış yeri gelince nazını geçirmişti.
Ama ben ise, annem ve babamın ne sesini, ne en sevdiği yemekleri ne yüzlerini nede fiziken nasıl olduklarını biliyordum. Demiştim size hayatım belirsizliklerle doluydu. İşte bu yüzden Allah'a emanet yaşıyorum terimini kullanıyordum kendime.

Telefonum çalınca, koltukta sıçradım resmen. Çünkü dakikalardır elimi yumruk yapıp çeneme koymuş, annem ve babama bakarak düşünüyordum.

Elimi kalbimin üzerine getirip, derin bir nefes aldım ve telefonu elime alıp, ekrana baktım.

ReSeP-SiYoNiST | BXBWhere stories live. Discover now