32. Konya Önleri

864 815 33
                                    

Ophelia'nın anlatımı :

Heybeleri; kılıçlar, hançerlerle dolu sıra sıra atlar ve üstlerinde mert yiğitler... Savaş kılıçları meydana çıkmış, atılan naralar, tekbirler ve cenk marşıyla yerinde duramayan atlarını zapt etmeye çalışıyorlardı. Her biri toy, gözlerini hırs bürümüştü.

Sarışın, esmer, kara gözlü, gök gözlü, uzun, kısa dememiş; her milletten paralı parasız asker bulmuş getirmişti. Savaş beklemezdi. Ölüm, engellenemezdi.

Yanımda duran adam, balkondan aşağıda duran askerlerine sesleniyor, onlara yıkıcı cenk için moral ve güç veriyordu. Ağzından bal damlayıp, güzel kelamlarla gönlümü sarhoş edenin, bugün ağzından zehir zemberek kelamlar taşıyor, kardeşinin ölüm fermanını ilan ediyordu.

Seher vaktini bastıran sis, bir perde gibi gözlerimizin önüne inerken gitme vaktinin geldiğini yine yanımdaki şehzade bildiriyordu.

"Dilruba'm, gayrı veda vaktidir. Hazırlanasın."

Kahve çekirdeğinin en güzel tonunu, semanın berrak mavilerinin damladığı gözlerime dikmişti. Hazır olduğumu bilirdi bilmesine lakin, duygularımın hazır olmadığını da bilirdi. İki fistan, benim hazır olmam için yeterliydi. Alacağım şehit haberi içinse henüz hazır değildim. Kazanmasını dilemekten başka çarem yoktu.

Bayezid'in ardından bende balkondan içeriye girdiğimde onu odasında bırakıp, odama geçtim. Kapıdaki nöbetçiler kapıyı açtığında aklıma aylar öncesi geldi. O gün yılanı bulmuş, çığlıklarımı herkes işitmişti. İçeri giren nöbetçiler yılanı öldürmüş, Hoşseda'nın cenazesi kaldırılmıştı.

İlk karşılaşmamızda iyi niyetli olup bana bir çok saray kurallarını öğretmiş olsa da bir kese akçe için kendi mezarına çukur kazmıştı.

Elime aldığım bohçanın içine Bayezid'in bana aldığı mor tacı ve takıları da koydum. İçimde kötü bir his vardı. Sanki bir daha buraya geri dönemeyecekmişiz gibi. Yada dönüp de sağ çıkamayacakmışız gibi.

Yatağım, duvarları süsleyen perdeler ve yerdeki el dokunması halılar... Her biri şu kısacık zamanda bana yuva olmuştu. Yuvayı yuva haline getiren aslında eşyalar değildi bilirim. Bana yuva olan yiğit, maiyetiyle birlikte gelmiş beni beklerdi.

"Dilruba'm, hazır mısın?"

Başımı sallayıp yanına gittim. Yanındaki adamlarından biri elimdeki bohçayı alıp Bayezid'in yanında götüreceği ahşap sandıklarından birine koyduğunda rahatlamıştım. Güvenli yerdeydi emaneti.

Dışarıya çıktığımızda önümüzü Hanife kesti. Gözleri kan çanağına dönmüş, gece boyunca uyumayıp ağladığı belliydi.

"Şehzadem, bu aciz kulunuzu bırakıp nereye gidersiniz? Ben ki sizin en değerliniz! Beni yalnız koyup, yaban ellerde cenk mi edersiniz?"

En değerli olarak hala kendini mi görürdü? Bayezid'in onu değil de beni yanında götürdüğünü görmez miydi?

"Hatun, kaleye geçip evlatlarımızla ilgilenesin. Cenkte galip gelince elbet hepinizi yanıma aldıracağım."

Evlatlarımız!

İçime batan dikenler, yüreğimi kanatırdı. En sevdiğimin, başka kadınlardan evladı vardı. Peki ya benim? Benim neyim vardı? Benim Bayezid'le paylaştığım mutluluğum olacak mıydı? Bir evladım olacak mıydı?

Hanife, koluna giren hatunların yardımıyla kenara çekildiğinde biz de ilerledik. Önümüze atları getiren seyislere teşekkür ettiğimde, binmek için uzanmış fakat Bayezid'in itirazıyla geriye dönmüştüm. Ne yani beni götürmekten vaz mı geçmişti?

AŞK I CÜDA Kitap OlacakHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin