23

1.5K 200 183
                                    


Gündüz ile gecenin arasına koyulan keskin çizgi artık silikleşmeye başlıyordu. Eskisi kadar katı kurallarla birbirinden ayrı düştüklerini düşünmüyordum. Bir döndü vardı, birbirlerini takip eden ve sonsuz bir kovalamacaya ev sahipliği yapan. Sanki o çark hep dönmek ve asla durmamak üzere tasarlanmıştı. Havada gezen toz tanecikleri bile bu döngüye ayak uyduruyordu. Suho güneşti, tüm ışığını etrafına yayar ve parlaklığıyla insanları kör ederken ne kadar tehlikeli olduğunu gizlerdi. Ben ise geceydim, abimin yanında bir gölge gibi onu takip eder, yaydığı ışığın bir kısmından nasiplenirdim. Birbirimizi hep tamamladığımızı ve benim bu hayattaki rolümün sadece bu olduğundan emindim. Fakat bazı şeyler değişti. Suho artık güneş değildi, görkemli olmak ona yetmiyordu çünkü gözü çok daha yükseklerdeydi. Ve ben de artık gece değildim. Gece olmakta bana yetmiyordu.

"Bir abin mi var?"

Jongin elindeki içkiyi içtikten sonra merakla bana baktı. Gözlerim önce tahtadan yapılmış büyük bardağa düştü, ardından yüzüne geri tırmandı. Kahve gözleri ışıl ışıl parlıyor ve tüm bu olanlara rağmen, hiçbir derdi yokmuş gibi rahat görünüyordu. Kendi içkimden bir yudum alırken istemsiz yüzümü buruşturdum. Tadında ağır olan bir şeyler vardı, büyük ihtimal bayat bir ekşi aromayla karıştırılmıştı. Ve evet, içkimi içmeden önce test için ilk önce Jongin'i içirmiştim. Büyük bir sırıtmayla test ederken halinden baya memnundu. Derin bir iç çekip başımı salladım, ben hariç herkes o kadar eğleniyormuş gibi görünüyordu ki bu ruhumun daha sıkışmasına ve nasıl bu kadar dertsizmiş gibi görünebildiklerine hayret ediyordum. Yarın ölecekleri bilseler yine de durup, son bir kez daha eğlence diye bağırırlar ve bu bahsettikleri törene devam ederlerdi.

Hava, hemen deniz kenarındaki kumsalda olmamıza rağmen sadece vücudumuza ufak dokunuşlar konduracak kadar esiyordu. Deniz kokusu içtikleri içkiyle herkesi sarhoş etmişti bile, ya da sarhoş olmaya hazırmış gibi görünüyorlardı. Ortaya yakılmış kocaman bir ateş, çalan eğlenceli müzik ortamı festival havasına döndürmüştü. Daha önce sadece bir kez katılmıştım böyle bir etkinliğe. Babam böyle şeylerden hoşlanmasa bile annem bir şekilde gizlice Suho ile beni götürmüştü. Kimse gerçek kimliğimizi bilmezken hayalimizdeki karakterler oluvermiştik. O kadar net hatırlıyordum ki, saniyelik bir düşünmeyle orada gördüklerimi hayal edebilirdim; sanki hala orada, o zamana takılı kalmışım gibi. Bir çingene düğünüydü ve o zaman çingenelerinin nasıl sonuna kadar eğlenebildiklerini keşfetmiş, kıskanmıştım. Hiçbir zaman sonunu düşünmeden eğlenmek nedir bilmeyen ben, o gün hiçbir şey umurumda olmadan eğlenmiş, güzel vakit geçirmiştim. Hikâyenin sonrası her ne kadar üzücü olsa da babam abim ile beni iki gün boyunca mahzene kapatmış ve bir daha sözünden çıkmamız gerektiğinden iyice emin olacağını söylemişti, yine de pişman olmamıştım. Aksine anneme minnettardım. Babam annemize ne cezası vermişti hiçbir zaman öğrenemedik.

Yer halısının üstünde Jongin iyice yayılırken dirseğini yere koymaya ve başını da eline yerleştirerek bana bakmaya devam ediyordu. Gözlerini yumup açtı, orada uzun bir soru listesi beni karşıladı. "Yanii o...."

Bundan birkaç saat önce ağzımdan çıkan sözcüklerin bu sefer başka birisine tekrar çıkmasına izin vererek, "O bir veliaht prens," dedim. Kaşlarımın çatılırken, "Ama kendine Kral diyor," diye de ekledim. Gereksiz bir gülme isteğiyle taşarken bir kez daha içkimi içtim ve tuhaf sıvının boğazımdan geçmesine izin verip kolumun tersiyle dudaklarımdan arta kalanları temizledim. "Fakat daha asıl tahta çıkamamıştı en son."

Jongin benim yerime dişlerini göstererek kısık sesle gülmüştü. Şekerlerin arasına düşmüş bir küçük çocuğun sevinci gibi kalbimi bir kez daha ısıttı. Alt dudağını ısırarak kirpiklerinin altından bana bakarken, "Sen ne oluyorsun peki?" diye sordu. Omzumu silktim. "Prens, fakat aslında olan Kral maşası."

Fire and Blood // sekaiWhere stories live. Discover now