38

722 118 51
                                    


Banyodan çıktığımda odada kimse yoktu. Saçımı kurulayıp temiz ve yeni kıyafetleri üzerime geçirdikten sonra kahvaltı yapmak için büyük salona geçmiştim. Hizmetçi kız beni görünce tatlı bir telaşla kahvaltılıkları getirmeye başladığında da salonda yine yalnızdım. Sandalyeme oturmuş, ellerimi de masaya yaslamış bir şekilde kapıdan tanıdık yüzlerin gelmesini beklemiştim. Yalnız yemekten hiçbir zaman hoşlanmıyordum. Yanımdaki kişi yemese bile benle beraber oturmasını tercih ederdim ama maalesef bugün gelen kimse olmadı. Her ne kadar aç olsam da biraz daha beklemeyi tercih ettim belki gelen olur diye, bir yandan da kaşıkla oynarken hizmetçi kızın arkamdan dikilmesi beni daha da gergin yapıyordu farkında olmadan. Sonunda masada tek başıma beklemenin ne kadar tuhaf gözüktüğünü fark ettiğimde hızlı bir şekilde yemeye başladım. Kaşığın dişlerime çarpmasını bile umursamamıştım. Birkaç dakika içinde yeterince yediğime karar verince masadan kalktım ve arkamdan hizmetçi kızın toparlamaya başladığı belli olan seslerle beraber salondan sessizce ayrıldım.

Halbuki sabah oldukça mutlu bir şekilde uyanmıştım, Kai yanımdaydı ve bir şekilde her zaman beni destekleyeceğini söylemişti. O zaman şimdi neden içimde bir sıkıntı vardı? Sanki Kai'nin olmamasıyla beraber gözlerimin üstündeki perde kalkıyor ve daha düzgün düşünebiliyor, farkında olmadığım şeyleri fark etmeye başlıyordum. Mutsuzluk bir anda beni tekrar içine çekebiliyordu. Karamsarlık bir bulut gibi üstümde dolaştığında ruhum daha fazla kapalı alanda kalmak istememiş ve beni dışarıya çıkarmaya zorlamıştı. Hava benim iç dünyamın aksine oldukça güneşli ve açıktı. Sanki benle ne kadar zıt olabilirmiş gibi bir yarış içerisindeydi bugün. En azından, beyaz tenimin güneşe olan özlemeni bugün çıkartabilecektim uzun kış günlerinden sonra.

Kimseye bir şey söylemeden, ne de olsa artık buranın Kralıydım, orman yoluna doğru gittiğimde kendimi Ato'yu bulmak için şartlandırmıştım. Ufaklığı oldukça boşladığımın farkındaydım, onla vakit geçirerek aramızdaki bu ufak duvarı yıkmam gerekiyordu. En azından bugün için en büyük planım buydu, o elflerin yanına olabildiğince geç gitmek istiyordum zaten. Etrafa bakınarak girdiğim orman yolunda çıkışa doğru ilerleyen turuncu saçlı genç ile karşılaşmam tüm bu düşüncelerimin arasında beni hazırlıksız yakalamış, karamsar ruhumun alevlenmesi tekrar olanak sağlamıştı. Onun hala burada olduğunu bile bilmiyordum, o sabah toplanılan salonda onu görmediğime emindim ve onu düşünmemek için tüm bu meseleyi gizli bir odaya hapseden beynim bile artık bunun karşısında oldukça savunmasız kalmıştı.

Taeyong beni hemen fark etmemişti, gözleri yürüdüğü yoldaki taşlarda gezinirken yavaşça yürüyordu. Fakat ben duraksadığım da geç olsa da beni fark etmiş ve çökmüş olan gözlerini bana çevirmişti. Aramızda doğan garip sessizlik benim "Merhaba Taeyong," dememle kırıldı. Donghun'un ölümünden elbette çok etkilenmişti. Zaten sessiz ve çekingen olan çocuk şimdi dünyanın sonu gelmiş gibi bir ifadeyle etrafta dolaşıyor, acısını içinde yaşıyordu. Taeyong beni geri selamlamadı, boş bakışlarla bir süre bana bakmış ve ormanın çıkışına doğru yürümeden önce zorla, "Jongin ve Ato ormanın biraz daha içerisinde," diye cevaplamıştı. Aceleyle yanımdan gitmesi, itiraf etmem gerekirse beni oldukça rahatlatmıştı. Ama bunun sebebi vicdan azabıyla ona bakamamam değildi. Köşede duran bencil kişiliğimin bir de Taeyong ile yüzleşmek istememesiydi bu, her ne kadar bunu ona borçlu olduğumu bilmeme rağmen. İçi boş ve gerçekte hissetmediğim sözlerle uğraşmak istememiştim.

Nasıl birine dönüştün böyle küçük Sehuncuk? Alaylı ses kafamda yankılandı ve sonra beni rahat bıraktı.

Burnumdan derin bir nefes alıp şimdi bunu düşünmemem gerektiğini kendime hatırlatarak, Taeyong'un söylediği gibi ormanın içine doğru yürümeye başladım. Ato ve Jongin'i birlikte bulmam büyük bir şanstı, böylece ikisiyle beraber aynı anda tüm sorunları ortadan kaldırır ve aynı eskisi gibi olurduk. Eskisi gibi... Bu son söylediğime ben bile bir an için gülmek istedim. Ben bile bunun asla olmayacağını bilmeme rağmen şu an için bir yalana inanmak hoşuma gidiyordu. Eskisi gibi olmamız için gereken şeyler, bir daha hiç açılmamak üzere kapanmış olan kitapların içinde ki sayfalar gibi yok olmak üzereydi. Ve ne ben ne Kai ne de Jongin bunu engelleyebilirdi artık. Verilen sözler, acılar, sevinçler ve umutlar rüzgârın savurmasıyla yön değiştirmiş, tamamen yeni kalıplara bürünmüştü. Belki de tek sorun buydu, bulunduğumuz bu yeni kalıpların herkese uymamasıydı.

Fire and Blood // sekaiWhere stories live. Discover now