9. Bölüm "Sevince - Part 1"

193 19 4
                                    

14 yıl öncesi... 3 Ağustos... İstanbul...

İstanbul'a varışımın ertesi sabahında eşyalarımızın da gelişiyle taşınmamız resmileşiyor. Eve giren çıkan, eşyalarımızı taşıyan onca adam arasında annemi salonda koltukların yerlerini tarif ederken yakalıyorum. Öğle yemeği için ekmek alma sorumluluğu benim üzerimde. Severek bu görevi kabulleniyorum zira evdeki bu nahoş kalabalık beni artık rahatsız etmeye başlıyor. Ben gidip gelene kadar ortalığın biraz sakinleşmesini diliyorum. Sonra dilediğim gibi odama çekilebilirim, diye düşünüyorum.

Belki o kemancı tekrar çalmaya bile başlar İstanbul'daki ilk günümün şerefine...

"Market neredeydi?" diye soruyorum tekrar anneme.

O çok değerli zamanını bağışlarmış gibi, kumral saçlarını savurarak bana döndürüyor başını. "Anlattım ya Eylül." diyor hızlıca, onca işi arasında onu oyalamamam için pes etmemi bekliyor.

Etmiyorum. Anlatmış olabilir fakat etrafı hiç bilmeyen biri olarak teyit etme gereği duyuyorum.

"Şimdi sağdaki yolu takip edeceğim, parkı geçeceğim, sağa dönüp yokuştan ineceğim. Karşıya geçeceğim. Market oradaydı, değil mi?"

Annem o sırada üçlü koltuğun televizyonun karşısına konulmasını rica ediyor.

"Anne!" diye sesleniyorum bluzunu çekiştirirken dikkatini çekmek için. "Değil mi?"

"Evet evet. Bluzumu çekiştirip durma lütfen, Eylül."

Laf arasında beni evet evet diye geçiştirerek onaylasa da başından savmasının getirdiği kızgınlıkla harmanlanan bir sinirle evi terk ediyorum. Hıncımı merdivenlerden paldır küldür inerek çıkarırken apartmanın dışına atıyorum kendimi. Buzdolabımızı sırtlanan adamın ardından nakliye aracı giriyor görüşüme, içerisi neredeyse tamamen boşalmış.

Apartmanın yola açılan bahçe kapısından çıkarken güneşin fazla aydınlık ışınlarıyla gözlerimi kısıyorum. Gözlerim aydınlığa biraz daha alıştığında artık tüm canlı renkleriyle gerçeğin farkına varıyorum. Artık Aydın'da değilim. Bambaşka bir bölgedeyim. Buradaki yaşıtlarım Sosyal Bilgiler dersinde Marmara Bölgesini çizdiler defterlerine, bense Ege'yi. Aramızda basit ama benim yaşımdaki bir çocuk için büyük hatta kocaman farklar var.

Anneme tarif ettiğim yolu aklımda tekrar edip duruyorum. Bilmediğim sokaklardan, hiç ama hiç tanıdık gelmeyen apartmanların önünden geçiyorum. İçimden bir his, yanlış yola saptığım konusunda nifak tohumlarını ekerken yolun karşısında değil de bir apartmanın hemen altında annemin söylediği Umut olmasa da Rıhtım Market'i buluyorum. Ekmek dolabını gördüğüm anda yolu daha fazla uzatmanın bir manasını göremiyorum. Ve dışarıdan küçük görünümlü, içeriden ferah ve geniş markete sıcaktan bunalmış bir şekilde kendimi atıyorum.

Kapının hemen yanındaki kasada kır saçlı bir adam gülümsüyor bana. Kucağımdaki ekmeğin parasını ödemeden önce tatlıların, özellikle çikolataların bulunduğu reyona gidiyorum. Taşınma telaşı içerisinde iyice acıktığımı hissediyorum. Öyle ki muhtemelen marketin sahibi olan kır saçlı adam yeni giren müşterisini "Merhaba, Bora." diyerek selamlarken midemin gurultusu onun sesini bastırıyor. Rengârenk paketler içerisinde ne seçeceğimi düşünüyorum saniyeler dakikalara yuvarlanırken.

Kararsızlığımın içinde boğulurken gözüme çarpan kırmızı paketli bir çikolata kararsızlığımı orta yerinden parçalıyor. Kinder çikolatanın davetkâr kırmızısına elimi uzattığım anda başka bir elle parmaklarım buluşuyor. Elin bağlandığı koldan, kolun sahibine uzanıyor bakışlarım. Kahverengi saçlı, bal rengi gözleri olan bir çocuk da bana bakıyor. Çikolatanın üzerinde birleşen parmaklarımıza altın bakışları dönünce hızla çekiyor elini, tehlikeli bir yaratığa dokunmuş gibi. Yanaklarına tatlı bir pembe oturunca utandığını anlıyorum.

Efsanevi (Efsanevi #1)Where stories live. Discover now