8. Bölüm "Sarı ve Rüzgâr - Part 1"

3.8K 308 21
                                    

Günümüz... İstanbul... (4 Ağustos) '

Kimin geldiğini biliyorum. Kararlı adımlarının sert zeminde tutturduğu ritimden tanıyorum onu ben. Yalnız başıma beklediğim masadaki tabaklardan adımların sahibine kaldırıyorum bakışlarımı.

Göz göze geldiğimizde ben nefesimi tutuyorum, o adımlarını kesiyor.

"Sonunda..." diyorum yıllarca tanışıklığın getirdiği rahatlıkla.

Cem masada karşımdaki yeri alırken kahkahayı basıyor.

"Repliğimi çalıyorsun, Eylül." diye yanıtlıyor beni. "Aylardır sana ulaşmaya çalışan benim."

"Yüzünü gören cennetlik, Cem'ciğim." diye devam ediyorum gülüşümü başarısız bir bastırma girişiminde bulunarak.

"Eylül, hiç üşenmem, koca restoranın ortasındayız demem, şuracıkta kavga ederiz!"

Cem'le üniversitedeki ilk tanışmamızı hatırlayınca teslim olur gibi ellerimi kaldırıyorum. Beyefendiliğine tezat çirkef bir kavgacıdır o.

"Tamam, sustum." diyorum ona sarılmak için yerimden kalkarken. "Sen yine mi uzadın?" Aramızdaki boy farkını her zamanki gibi vurgulamadan geçmiyorum bu kez de
"Bence sen kısalmışsın." diyor. "Zaten miniciktin, iyice çekmişsin artık."

Hazırcevaplığımı, arkadaşıma duyduğum özlem susturuyor. Masadaki yerlerimizi alırken aylarca biriken bir merakla inceliyorum onu. Yüzü sağlıkla parlıyor, yanakları artık dolgun, gözleri yıldızlara ev sahipliği yapıyor. Onun sağlığına dair tüm endişelerimi bir solukta salıversem de, onu ihmal ettiğim ayların pişmanlığı yapışıyor ruhuma.

"Seni görmek güzel, Eylül." diyor neler düşündüğümü tahmin edebiliyormuş gibi.

"Seni de, Cem. Biliyorum, uzun zaman oldu."

Hazal Hanım ile son seansımızda aldığımız karar üzerine bu kez tutacağımı bilmenin getirdiği bir rahatlıkla veriyorum sözümü. "Bir daha bu kadar açmayacağım arayı."

"Maillerime basit bir cevap bile yazsan olurdu, Eylül." diyor Cem, kelimelerinin ardına gizlenmiş kırgınlığını işitince yüreğim sızlıyor.

"Zor günlerdi, Cem." diye yanıtlıyorum ağır ağır. Aklım eşzamanlı olarak neden geçmiş zamanı kullandığımı sorguluyor.

Hâlâ, diye bağırıyor kalbim beynime. Hâlâ kanamıyor muyum ben?

Cem ile iki zıt kutup olsak da yılların yıpratmadığı arkadaşlığımızın birinci şartını hatırlıyor olmalı: İstemiyorsa konuşmaya zorlama! Sadece yanında ol. Aramızdaki sessizliğin bana psikolojik işkence yapmasına fırsat vermeden değiştiriyor konuyu.

"Sana önemli bir haberim var, Eylül." diyor Cem. Sesi bastıramayacağı kadar heyecanla dalgalanıyor. "Biriyle tanıştım."

Sevinci bulaşıcıymış gibi gülümsüyorum. "Tanıştır beni!"

"Bunu diyeceğini tahmin etmiştim." diyor Cem zafer dolu bir kahkahayla. "Çağırdım bile, birazdan burada olur."

"İsmi ne?" diye soruyorum.

"Betül." Sonra ağzında hoş bir tat bırakmış gibi kendi kendine mırıldanıyor. "Betül..."

"Anlatsana!" diyorum heyecanla. Kaçırdığım tüm bilgileri hevesle yutmak istiyorum çünkü.

"İş yerinde tanıştık işte, beş ay oluyor sanırım. Seviyorum onu, Eylül. Gerisi yeşillik..."

Romantik bir filmin mutlu sonunda gibi hissediyorum kendimi. Gözlerim dolu dolu, sinemadaki mısır kokusu yerine restoranın mutfağından sızan yemek kokuları eşliğinde, ana karakterin mutluluğuyla unutuyorum kendimi.

Ta ki Cem filmin beklenmedik sonu gibi, öldürücü soruyu sorana kadar...

"Sizin Bora ile nasıl gidiyor?" diye soruyor.

Omurgam ortadan ikiye kırılmış gibi hissettiğim an imdadımı duymuş gibi garson siparişlerimizi almak için geliyor. Cem, kanserden kurtuluşuyla özdeşleşen yemeklerimizi sipariş verdikten sonra sebep olduğu enkazdan habersiz öyle masum cevabını bekliyor ki, rol yapacak cesaret kırıntılarını arıyorum ruhumda karış karış...

"Iııı..." diyorum, kelimelerim bile şokta, nasıl bir araya geleceklerini bile bilmiyorlar.

"Geciktim mi, çok özür dilerim..." diye soluyor tatlı bir ses.

"Betül, hayır canım, gecikmedin." diyor Cem. Ayağa kalkıyor, Betül'ün elindeki eşyaları aldıktan sonra oturması için yanındaki sandalyeyi çekiyor.

Kesik kesik soluklarımı gizleyip metanetten mahrum ruhumu yamıyorum hızlıca. Betül ve Cem birbirlerinin gözlerinde kaybolurken Cem'in mutlaka cevabını isteyeceği sorusuna en net, en kısa, en yoğun cevabı arıyorum.

"Eylül..." diyor aynı ses. "Ben Betül, memnun oldum sonunda tanıştığımıza."

Gözlerimi İstanbul Boğazından ona çeviriyorum. Sesi kadar bakışları da yumuşak, sıcak çikolata kıvamında bir bayanla karşılaşıyorum dikkatle bakınca.

"Merhaba Betül. Çok sevindim ben de." diyorum elimi uzatarak.

Nazik bir şekilde elimi kabul ettikten sonra tekrar yerimize oturuyoruz. Cem sorusunu hatırlıyor ki beni izliyor. Bir kolu, Betül'ün sandalyesinde, sahipliğini belli ediyor tüm restorana bilmeden. Gerçekten sevdiğini işte tam bu jestten yakalıyorum.

"Yürümedi, Cem." diyorum keskin bir şekilde. "Ayrıldı." kelimesi firar ediyor dudaklarımdan. "Ayrıldık..." diye düzeltiyorum hızlıca.

Ama çok geç... Bir harfin yokluğuyla tüm acımı anlatmış bulunuyorum. Cem, hafif hafif kafasını sallarken Betül yorum yapmıyor.

"Biliyorsun, Eylül." diyor daha sonra Cem. "Yediğim dayağı unutmadım, artık sıra bende. Bir işaretinle çullanırım o Bora'nın üstüne."

Derin nefesler alıyorum, siparişlerimiz bile gelmeden midem bulanmaya başlıyor, sanki acıya bedenim böyle isyan ediyormuş gibi...

"Dayak?" diye soruyor Betül.

"Eylül'le aynı bölümde olduğumuzu söylemiştim ya, Eylül'ün sevgilisi, pardon eski demeliyim herhâlde artık..."

Bir derin nefes daha alıyorum.

"Bizi kıskanıp bir gün çok güzel bir şekilde benzetti de beni. Gururla anlatabileceğim kadar güzel dayak yedim çünkü."

Betül gülümsemeye başlıyor. Cem bakışlarını ondan uzun bir süre alamasa da tekrar bana dönüyor, tüm enerjimi onlara yansıtmamak için tükettiğimden boş gözlerle bakıyorum ona.

"Kimseyi tanımak mümkün olmuyor, öyle değil mi?" diyor. Amacı bana destek olmak olsa da bilmeden daha da yaramı deşiyor.

Nasıl tanımadığımı söylerler? diye kızıyorum içimden. Nasıl onca yıl boşa gider... Bora Çetiner'i burnundaki kamufle çillerine kadar tanıyorum çünkü. Favori yemeğini, en sevdiği şarkıyı, okuduğu kitaplarda altını çizdiği cümlelere kadar biliyorum. Sıkıldığında kafasını alıp gittiğini, kemanını belli kişiler hariç kimseye çalmadığını, en çok çaresizlikten nefret ettiğini biliyorum. Hâlâ nasıl olur da tanımadığımı söylerler, diye kızıyorum...


Not: Merhabalar,
Rüya Günlükleri'ne başladık, biliyorsunuz değil mi? Bir gelin, kafa yorun derim. Pazartesi günü Silgi Tozu Koleksiyonu'nu kitap olarak tutmak kısmet olacak, darısı G.R.İ.'ye deyip Rüya Günlükleri'ne geri dönüyorum. Gelecek bölümde görüşmek üzere...

Efsanevi (Efsanevi #1)Where stories live. Discover now