28. Bölüm " Kuşlar ve Rüzgâr - 1"

2.1K 217 31
                                    




                  

19 Eylül, Karlsruhe, Almanya

Karşıma geçip annem ile boşanacaklarını bana ilân etmeden önce babam, hemen yanıma diz çökmüş; elimi avucunun arasına almış, bunun hepimiz için daha iyi olacağını telkin etmişti. Aylar sonra, annem benzer bir mazeretle geçmişti karşıma. "İstanbul'a taşındığımızda," diye başlamıştı, "Her şey çok daha iyi olacak."

Onlarla sınırlı kalmamıştı, bir meziyet gibi idame ettirilmişti bu söylem. Ortaokuldaki öğretmenim, iyi bir liseye girdiğimde; lisedeki hocamsa yüksek puanlı bir üniversiteyi kazandığımda hayatımın kurtulacağını söylemişti. Dolgun maaşlı bir iş ve hayırlı bir de kısmet bulup çocuk sahibi olabilirsem, işte her şey o zaman dört başı mamur olacakmış.

Akıl dağıtan boldur her zaman; ama kimse şunu tahmin etmez:

Âdemoğlu poposuna kurşun saçmalar gibi saplanmış bir sürü soru işaretiyle doğarmış. Onların acısıyla feryadı basar, ağlamaya başlarmış. Büyümek dediğimiz kavram da, o soru işaretlerinin yanıtsızlıkla azıp şişmesiymiş yalnızca. Bir türlü sorular kuruyup da zihni rahat bırakmazmış. Akabinde şüphe patlak verir, soluklanırken hayata bulaşır, ruhu hasta edermiş. Tek tedavisi varmış bunun: Aklın satırlarını arı bir yaşam sevgisiyle yıkayıp hayallerini sermekmiş, sevincin ünlemleriyle mandallamakmış...

Hayat işte... Kıpır kıpır bir rapsodi, ağlatan ve gülümseten tecrübelerin doğurduğu kelimelerle yazılmış bir manifesto, palet üzerinde karışmış renklerin arasından çıkan bir şaheser, adeta baş döndüren, müphem bir sonbahar tablosu...

En az benim içinde bulunduğuma benzeyen bir tablo hem de...

Adımlarımın yoğurduğu kuru yaprakların tatmin edici sesine refakatçi hızlanmış nefeslerimle parkın yürüyüş parkurundan birkaç metre uzağında bulunan banklardan birine oturuyorum. Telefonumu elime alıp parkurun sonunun nereye çıktığını anlamaya çalışırken kendi kendime serzenişe başlıyorum. Şu dünyada yön algısı en zayıf ve adres bulma yeteneği en kıt insan olarak, değil yabancı bir şehre, yabancı bir ülkeye alışma sürecinde aşırı bir zorluk yaşıyorum. Yıllardır pratik yapmamanın getirdiği bir hamlıkla dili akıcı konuşamamanın yüzünden yaşadığım hüsranın tarifi yok. Çalışma izni, oturum izni gibi bilumum bürokratik işlemlerin sonu gelmiyorken bir de...

Yine de hayallerin peşindeyse insan, bu yolda sürüklenmek bile ayrı. Hezârfen'in kanatları altında hissettiği o rüzgârın hissiyatı bambaşka çünkü... Ancak sürünen bilir.

*****

"Yeni bir yineye mi yoksa yine bir yeniye mi ait umut tarlasını süren adımlarım?

Bir insan, kendi milatlarının kırmızı kurdelesini kesebilecek kabiliyetteyse eğer, miadını doldurmuş, paslı kederlere geleceğini prangalamak kadar pespaye; tüm olasılıkları risk addetmek kadar ödlekçe bir tutum olabilir mi?     

Göğsünde maraz bir sevdanın yarasını taşıyan, geçmişinin küllerini sırtlanmış, okyanus yürekli bir gladyatör olacağım ben. Naralarım iliklerine kadar titretmeli bizi sarsmaya cüret edenleri, göz bebeklerimin ta en derinlerine mühürlemeliyim sevgimin kudretini.

Hayatımdaki en büyük devrimin yıkılmaz lideriyim ben."

Kalemimin asa olup zamana kelimelerimin büyüsüyle hükmedebildiğim bir anda, şuurumu felce uğratan sıcak bir şok hem defterimi hem de tenimi dağlıyor. Korku nefesimi keserken ayağa kalkıyor; başımı belki dakikalar, belki saatler sonra ilk defa kaldırıp çevremi tarıyorum.

         "Özür dilerim, hanımefendi." diye ardı arkası kesilmeyen bir özür sağanağına tutuyor orta yaşlı bayan. Belki kulağım Almancaya daha alışamadığından, belki bayanın ağır bir aksanı olduğundan, belki de hafiften yanmaya başlayan elimin acısından kafam iyice karışıyor. Özür dileyen bayanı, hâlâ titreyen elinde tuttuğu tepsiyle; tepsinin içindeki artık boşalmış kahve fincanını, günlüğümün sırılsıklam yapraklarındaki harflerin dağılmış mürekkebiyle eşleştirince yapbozun kaotik parçalarını birleştiriyor ve makul bir tepki üretebiliyorum.

         "Önemli değil. Gerçekten hiç önemli değil." diyorum; fakat refleks olarak Türkçe cevap verdiğim dank ediyor. Tabirin Almancasını düşünene dek, çantamdaki peçeteleri seri hareketlerle boşaltıp kelimelerimi kahve selinden kurtarmaya çalışıyorum. Hemen yanımdaki bayan da aynı hızla özür dilemeye devam ederken sesimi duyunca birden duruyor, bana dönüyor.

         "Türk müsünüz?" diye soruyor.

         Türkçe soruyor.

         Türkçe! Benim güzel mi güzel dilimde...

         İçimde zıpır bir sevinç patlıyor maytap gibi, en çok ana dili özleniyormuş ya gurbette.

         "Evet." derken resmen sırıtıyorum.

         Öyle masum, öyle pür bir mutlulukla bakıyor olmalıyım ki, bayanın göz bebeklerinden kendi coşkumun yansıdığını görebiliyorum.      "Kusura bakma, tatlım." diyor bayan tekrar özrünü tazeleyerek. "Birden başım dönünce dengemi sağlayamadım. Sakarlığım için gerçekten özür dilerim senden. Elin çok acıyor mu?"

         Elimin sırtı hafiften kızarmaya başlamışken sevincimin geçici olarak bastırdığı sinsi acıyı yeniden duyumsuyorum, bu kez daha kuvvetli bir sızı olarak baş gösteriyor. Kendimi engelleyemeden, acısını dindirmek üzere dudaklarıma götürüp usulca üflemeye başlayınca, bayan hemen harekete geçiyor.

         "Hemen soğuk suyla yıka, canım benim." derken bulunduğum kafenin en ucundaki ışıklı "WC" tabelasını işaret ediyor. "Ben de buz torbasıyla yanık kremini kapıp geliyorum."

         Erleri solda sıfır bırakacak bir sadakatle dediklerine uyuyorum.

         Dakikalar sonra, sağ elimin üzerinden buz torbasını kaldırıyorum. Acısı biraz daha hafiflese de, hâlâ hassas tenim. İsminin Sema olduğunu öğrendiğim bayan, yine de kremi sürmek için ısrar etse de önce çekiniyorum.

         "Çok naziksiniz, ama gerek yok." diyorum. "Gerçekten önemli bir şey değildi."

         "Şekerim, haklısın, önemli bir yanık gibi görünmüyor. Su falan toplamadı. Ancak acısını alır. Boşuna canın yanmasın." diyor. Elimi nazik bir dokunuşla avcunun içine bırakıp, ilacın olduğu parmağıyla yörüngeler çiziyor elimin sırtına.

         Kendi kendine gülüyor. "Günde minimum bir kez elini yakan biriyim, uzmanlaştım sayılır artık."

         ­"Evet, hem doktordan bu ilgiyi de göremezdim muhtemelen."

         "Aynen öyle." diyor kremi sürmeyi bitirdikten sonra. Oturduğum sandalyeden kalkıp buz torbasıyla kremi eline alıyor. "İsmin neydi, şekerim?"

         "Eylül." diyorum.

         "Peki, Eylül'cüğüm... Mahvettiğin kahve zevkin için kahveni tazeleyip hemen getiriyorum."


Not: Kuşlar ve Rüzgar müziğini mutlaka dinleyin, huzur buldum ben. Yeni karakterler mi giriyor nedir...

Efsanevi (Efsanevi #1)Where stories live. Discover now