25. Bölüm "Gelevera Deresi - Part 1"

2.2K 238 42
                                    

Üç ay öncesi, İstanbul...

SciTeck'ten çekip gitmekle Ceren'le yaşadığım o kokuşmuş anı da geride bırakabileceğimi düşündüğüm saf saatlerden sonra ben, apartman dairemizde hayal kırıklıklarından inşa ettiğim tahtımda oturuyorum; Bora ise hemen önümde kapana kısılmış gibi bir ıstırapla salonun bir ucundan diğer bir ucuna volta atıyor. Bakışlarım ona tutunmuş, içindeki kaynayanlara tezat, dıştaki bu sükûneti beni daha da geriyor. Vurup kırsa, yıkıp yağmalasa da benim dahi gözlerinde göremediğim kuytu köşelerine bir şeyler saklamasa istiyorum.

Çünkü biliyorum.

Ah, hissediyorum.

Kafasında son sözlerimizi tarttığını biliyorum.

Aniden durup bana baktığında nefesim sanki ciğerlerimden sökülüyor.

"Neden, nasıl yaparsın böyle bir şey?" diyor tane tane.

Suçumu zaten bildiğimden cevaplamıyorum, benim vicdanım bana yeter...

"Sen neden yalan söyledin, Bora? Anlamıyor muyum sanıyorsun? Hım? Benden uzaklaştığı anlamayacak kadar aptal mıyım?"

Elâ bakışlarında kendi yansımamı izlediğimde, birazdan nerelerden paramparça ayrılacağımı görebiliyorum. Kalbimden başlayan bir yarık, buz kütlelerinin çatlayışı gibi çatallanarak ilerliyor sanki...

"Konuyu saptırma." diye uyarıyor.

"Tam da konuşmamız gereken bu değil mi!" diye bağırmaya başlıyorum.

Birbirimizden yansıyor gibi, Bora'nın sakinliği de buharlaşıp kayboluyor.

"Eylül, belki bugün hiç tahmin etmediğim bir iş çıktı, belki patron bir yere gitmemi rica etti, belki hastalandım ve hastaneye acile gittim. Artık ne olduğu önemli değil. Neden sana yalan söylediğime kendini inandırmış durumdasın? Neden bana hiç güvenmiyorsun? Neden aynı şeyleri tekrar tekrar tartışıyoruz?"

Hangi ara ayağa kalktığımdan habersiz, üçüncü bir gözle bize bakıyorum: Tartışmanın tam ortasındayız, etrafta kırık dökük yürekler, cümlelerimiz alev almış, tüm salonu koca bir yangın saracak ama duramıyoruz, susamıyoruz, tutunamıyoruz...

"Yoruldun mu artık?"

Bir soru, bir teklif değil; bir kabulleniş bu cümlem.

Verdiği mahzun bir nefeste yitip gidiyor geleceğimize dair tüm hayalleri.

Bu kadar basit...

"Cevap bekliyorum," diyorum.

"Ben-" diye başlıyor. Sonra büyük bir sessizlik kapıyor dudağındaki heceleri. Ellerini saçlarından geçiriyor, kravatını çıkarıp top hâline getirip odanın diğer ucuna fırlatıyor, kaldığı yerden volta atmaya devam ederken şakaklarını ve alnını ovalıyor.

Sanki çaresiz kalan, başka seçeneği olmayan oymuş gibi davranınca çileden çıkıyor, "Cevap ver bana!" diyorum çığlık çığlığa.

Yüzünü bile dönmeden, "Eylül, şu hâline bir bak... Tıpkı annen gibi davranıyorsun." diye yanıtlıyor. Sesi benimkinin aksine yüksek değil, bir fısıltı gibi neredeyse... Fakat etkisi tamir edilemez.

Duyduklarım karşısında beynim patlıyor, kalbim sancıyor, ruhum kıvranıyor. Yüzünü tekrar bana döndüğünde gördüğü manzara içler acısı olmalı ki, yutkunuyor.

"Duymak mı istiyorsun? Evet, yoruldum be! Sonucun ne olacağını bildiğim hâlde uğraşmaktan yoruldum."

Sadist bir kabustan kurtulabilmek için yumruklarımı sıkıyorum, tırnaklarım iyice avuçlarıma batsa da, kimse uyandırmıyor.

"Yıllarca izlemedik mi anneni, ha Eylül? Sen de onun gibisin işte."

Dilimde bir ağıt gibi "Lütfen..." dökülebiliyor dudaklarımdan sadece.

Lütfen dur...Eğer bu sözlerinin beni kaç gece uykusuz bırakacağını bilse, susar mı? Gözyaşları mı panzehiridir kanatmaya yeminli söylemlerin?

"Sen de duygusal olarak sömürüyorsun beni. Maddiyattan daha acımasızca değil mi bu... Ha, Eylül?"

Uzun süre içinde tutmuş olmalı ki, sesi çatlıyor gerçekleri bağrından koparırken.

Ona bakıyorum.

Acı iflâhımı kestiğinde göz göze geliyoruz.

Hedefi alnından vurduğunun o kadar farkında ki, neredeyse benden özür dileyecek... Feryat figan bağırıp çağırmak, kalbini yumuşatana kadar göğsünü yumruklamak arasında kararsız kalırken sessizlik yakama yapışıyor, dilime kilit vurup dingin bir ıstırabın kollarına atıyor beni.

İlk defa gözlerine bakmaya tahammül edemiyorum, salondan yatak odasına geçip kapıyı arkamdan yıkarcasına kapatıyorum.



10 Eylül sabahı, İstanbul Atatürk Havalimanı

Uçak, pistte giderek hızlanırken solumdaki küçük pencereden birbirine karışan biçimleri ve renklerin harmanlanışını izliyorum. Bu yüksek sürat, geride bıraktıkları için endişelenenlere oldukça tedavisel: Haldır haldır atan kalbim gün yüzü görüp sakinleşiyor, kulaklarımda hissettiğim kanın uğultusu biraz olsun diniyor, gerginlikten uyuşan parmaklarım karnımdaki canlıyı okşamakla huzur buluyor.

Tekerlekler pistle teması kestiği anda anlıyorum: Hastalıklı bir parçam kopuyor ve yorgun fakat rahatlamış nefeslerle baş başa kalıyorum.

            İstanbul, artık ayaklarımın altında kalıveriyor. İşte, Boğaz'a içimde çürüyen anıları bırakıyorum, destekli bir intihar gibi arkalarından ittiriyorum. Uçak, yarama dikkat edermiş gibi özenle süzülüyor Kız Kulesi'nin üzerinden. Çok geçmeden, Bora ile beraber şekillendirmeye çalıştığımız bulutların da üstüne çıkıyoruz.

            "Değerli hanımefendiler, beyefendiler; Kaptan Pilot Bora Sümer konuşuyor."

Gözlerim fal taşı gibi açılıp sesin geldiği yere bakarken dudaklarımın kenarı istemsizce kıvrılıyor. Kaderin iğrenç esprilerine gülmek istemesem de, dayanamıyorum, neredeyse kahkahalar atıyorum.

Not: Merhabalar,

Sanırım yorumlarda bir sorun var. Ama ben yine de sorayım. 14-15'inde ben elimde uzuuun bir kitap listesiyle Tüyap'ta olacağım. Ayaküstü görüşmek isteyen olursa ses versin, diyorum. İletişim Yayınları'nın standında "Abi, ben Ankara'dan geldim, daha indiremez misin şu öğrenciye?" diyen kişiye rastlarsanız o benimdir. :D (Diğer yıl standların üstünde bir hikâyemi görmek nasip olur umarım.)

Her neyse, Almanyalı bölümlerde görüşürüz. Auf Wiedersehen!

Efsanevi (Efsanevi #1)Where stories live. Discover now