32. Bölüm "Fortune's Fool"

2.1K 217 39
                                    




                  

"I gave you my hand and you, you told me
That you'd never let it go.
So I said you're the one I want to make a home with,
And maybe one day I'll bear your children,

And maybe we'll have a son and daughter,
And we'll name them after us,

And I'm kissing you..."

            -Hiatus & Shura


            "İndim ben, annemlerleyim şimdi, eve geliyoruz."

            Daha ekranın ışığı sönmeden yanıt geliyor, telefon heyecanla parlıyor.

            Bora: "Nihayet."

            Bir titreşim daha...

            Bora: "Hoş geldin! :-) "

            Fatih, annemin anlattığı bir şeye gülünce bakışlarımı önümde el ele yürüyen çifte kaldırıyorum.

            Aşk, bir kuş olsaydı; şüphesiz anneminki kırık kanatlarını umursamadan uçmaya çalışan sabırsızlardan ama bir o kadar da tutkuyla süzülenlerden olurdu.

            Aşk, onun için ruhuna dövme misali işlenmiş bir cümle... Doğru nesneyi bulabilmek için çırpınıyor, çabalıyor, adeta yırtınıyor... Bu boş arayıştan hep geriye sadece biz kalıyoruz, yarım cümlelerle kekelemeye devam eden iki mağdur...

            Ama bu kez farklı... Ben bile sezebiliyorum bunu. Parmakları birbirine kenetlendiğinde çakan kıvılcımları çıplak gözle görebiliyorum. Annemin dudaklarında can bulan provasız bir gülüş var, bakışlarına yakışıyor bu yumuşaklık. Hayatı ağır çekime almış gibiler, sanki beraber geçirdikleri hiçbir saniyeyi boşa harcamak istemiyorlar. Doyasıya tüketmek, solumak, ölümsüzleştirmek gerek şimdiyi, diye düşünüyorlar belki...

Babama karşı dargınlığım ister istemez annemin safına çekilmeme sebep oluyor. Ne kadar uğraşsam da, tarafsız kalamıyorum. Adaletsiz bir savaş bu neticesinde... Yıllar önceki onca yıkımın küllerinden artık barış filizlerinin tomurcuklanması gerekiyorken, hâlâ geçmişin çetelesini tutmak bana artık haksızlık gibi geliyor. Annem hak ettiği gibi; ki her çocuk annesinin iyiyi hak ettiğini düşünür; yüreğini yeni bir sevgiyle sularken onun tarafında huzur buluyorum. Fatih'e gerçekten içimin ısınmasının da bunda bir nebze katkısı var. Her karşılaştığımızda bana gösterdiği saygılı yaklaşımı, cana yakın gülümseyişi, onuruma kaldırdığı bir kadeh sevecenlikle gönlümü çoktan kazanmıştı.  

            Fatih, bizi arabasıyla eve bırakarak centilmenliğini tekrar kanıtlarken; yolun ortasına dikilmiş sokak lambaları, arabanın içini bir aydınlığa bir karanlığa teslim ediyor. Gün içerisindeki onca kırıcı söz, beynimin kireçlenmesine sebep olmuş, gözlerimin önündeki perdeyi çekip sadece sabaha kavuşmak istiyorum. Posamın çıktığının farkına bile varamadan, annemin beni uyandırana kadar hayranlıkla seyrettiğim bir çift elanın rüyasına dalıyorum.

            19 Nisan, 11 yıl öncesi

            Bora: "Neredesin ya?"

Cevabımı yazmama bile sabredemeden arıyor. Elimdeki tarağı ve tokayı yatağımın üstüne bırakıp çağrısını yanıtlıyorum.

"İn aşağıya artık Eylül ya!" diye bağırıyor kulağıma. "Okula gecikeceğiz."

"Sana da günaydın, eşşek oğlan!" diye karşılık veriyorum.

"Günaydın, günaydın..." diye geçiştiriyor. "Bana gün ayalı saatler oldu, hatta bir saatini de seni bekleyerek harcadım sayende."

"Abartma, Bora! Yirmi dakika beklemişsindir en fazla. Hem izin ver de süsleneyim, doğum günüm bugün."

            "Daha uzun sürecek mi? Ağaca tırmanıp odanda oturayım bari."

            "Yok, yok." diyorum. "İniyorum şimdi."

            Hızlıca toparlanıp evden çıkıyor, sabahın körü olmasına rağmen basamaklardan paldır küldür inerek çıkışa koşuyorum. Aldırışsız olmanın bağımlılık yapan tadını damarlarımda hissedebiliyorum artık. Gidecek başka yeri olmayanlara özgü bir hevesle, heyecanım asla zapt edilemiyormuş gibi adımlarım mesafeleri yutarcasına koşuyorum.

            Gözlerini gördüğümde mahmur zihnimin ufuklarında güneşler doğuyor. İşte! Tam da güneşe bakmak gibi, diğer tüm görüntüler eriyor, her göz kırpışımda sadece bakışlarımdaki damga izlerini seçebiliyorum artık.         

            "Günaydın, Bora!" diyorum kollarının arasında, sesim ceketinin arasında boğulup kalmış.

            Ama beni duyuyor. Hep duyar.

            "Hoş geldin, Eylül." diyor gülümseyerek. Nasıl mı anladım? Yüzünü göremesem de kalbimin ısınmasından anlıyorum gülümsediğini. Sonra fısıldıyor."İyi ki, iyi ki, iyi ki doğmuşsun Eylül!"

Efsanevi (Efsanevi #1)Where stories live. Discover now