40 | #d0f0c0

1.2K 186 79
                                    


🏜️

Sabahın erken saatleri, hayatı sorgulamak için en iyi saatlerdi.

İnsan kafa sesini en net sabahın kör karanlıklarında duyardı. Pişmanlıklar suyun yüzüne ilk ışıklarla beraber vururdu. İnsanın kulakları en fazla zihni uyanır uyanmaz uğuldar, gözleri gerçeğin üstünü örtmekten aciz kalan perdelerin karşısında acıyla kamaşırdı.

Gözlerimi ovuşturdum. Kulaklarımın içinde çalan davullar başımı ağrıtmaya ben daha uyanmadan başlamıştı. Perdelerin hangi dikişlerinin attığını, gözlerimin hangi gerçekler karşısında acıyla kamaştığını bilmiyordum. Ev soğuktu ve ıssızdı. Hasta mı oluyordum?

Ben hasta olmuyordum ama Toprak'ı bilmiyordum.

Üç gündür yoktu. Geri çekilmişti. Sabahın dördünde uyanıp pencerenin önüne dikildiğimde, otoparkın köşesinde lacivert arabayı görüyordum. Kendisi yoktu. İstediğim şeyi yapmıştı, daha ne istiyordum. Yoktu. Neredeydi bilmiyordum. Sormuyordum çünkü sormamalıydım.

Kalkıp üstümü başımı giyinmem, hiç üşenmeden sabah ayazında yollara düşmem, yapayalnız şehrin tüm boşluğunu kafa sesimle doldurmam dakikalar almadı.

Sabahın erken saatleri, en yanlış kararların alındığı zamandı.

Stüdyonun kapısı kilitliydi. Demir kapının sürgüleri çekilmişti, çatı katı terk edilmiş bir kale kadar metruk ve ıssızdı. Her iki kapıyı açıp içeri girdim. Kilitler ayrı ayrı beni yolumdan döndürmek ister gibi bin türlü naz etti açılmamak için. Yine de hepsi bir bir açıldı. Perdeler gerçeği örtmekten aciz kalabilirdi ama kilitlerin doğru anahtarlar karşısında şansı yoktu.

Anahtarlarım hala çalışıyordu.

Alt kat boştu. Teras kapısı aralık bırakılmış, sabah soğuğunu davetsiz bir misafir gibi içeri sokmuştu. Nihayet doğmuş fakat inatçı bulutların ardında kalmış olan güneş, aydınlığını sanki geri çekmişti dünyadan. Her yer loş bir renkle, sinsi bir kasvetle kaplıydı.

Burası, bugün burada iyi şeyler olmayacağını düşündürecek kadar karanlıktı.

Terasa çıkıp eski şehrin havasını ağır ağır içime çektim. Karşı kıyıda Sarayburnu, kül rengi bulutların gölgesi altında mat ve solgun renklerin hâkim olduğu eskimiş bir tabloya benziyordu. Işığını yitirmişti fakat varlığını sürdürüyordu. Bana kimi hatırlattığını düşünmek istemiyordum. Bana herkes beni hatırlatıyordu.

Dar aralıktan geçerek yukarı çıktım. Üst katın teras kapısı kapalıydı, belki bir saç teli inceliğindeki boşluğu saymazsak. Kapıya asılıp boşluğu büyüttüm. Artık içinden geçebileceğim bir boşluktu. Yine de içimdeki boşluktan daha küçük bir boşluktu.

Toprak yatakta, kendi içine kıvrılmış bir çocuk gibi yatıyordu. Yalnızca başı açıkta kalmıştı. Üzerinde tutmaya hiçbir zaman çok meraklı olmadığı battaniyeler, bu kez katlara katlanmış halde onu sarmalıyordu. Uçuk yeşil örtülerin arasındaydı. Yüzü solgundu. Başucundaki mumların sabaha kadar usul usul yanıp iyice cılızlaşan ışıkları, solgun yüzüne vurmuştu. Dudaklarının rengi matlaşmıştı. Kurumuş toprak parçaları gibi onları birbirinden ayıran bir yarıktan halsiz nefes sesleri duyuluyordu. Herhalde boğazı ağrıyordu. Belki göğsü de ağrıyordu. Belki susamıştı. Besbelli hastaydı.

Yatağa yattım ve dolandığı örtülerin arasına dolandım.

Gözlerini açmadı. Hareket etmedi. Aldığı soluklar bir nefes de olsa değişmedi.

Uyanmadı veya uyanmamış gibi yaptı.

Ben de ona sarıldım ve sarılmamış gibi yaptım.

Hafifçe yana döndü, dönmemiş gibi yaparak. Başını yastığa daha bir derin bastırdı, sıcak yatağın içine sanki daha isteyerek gömüldü. Bir kolumu yastığın altından dolaştırdım. Ellerimiz buluştu. Saçları parmaklarımın arasındaydı. Başı boynumun girintisindeydi. Nabzı avucumun içinde atıyordu. Duydum ve duymamış gibi yaptım.

Cemre Düştü | TAMAMLANDIWhere stories live. Discover now