after : drown

1.4K 240 162
                                    

30 Kasım | 07:41 - Ev/Okul
Olaydan 8 gün sonra.

"Böyle bir şey olduğuna inanamıyorum... Park'ların kızı..."

"Hayatım, yeter bu kadar. Biliyorsun Donghyuck duyacak."

"Ağız tadıyla da konuşamayacağız! Biliyorum tabii ki. Ama o kızla ilişkisi yoktu."

"Yine de bir haftadır çökmüş görünüyor. Ayrıca arkadaşı olabilir."

"Evet... Doğru söylüyorsun. Hiçbir şey yemiyor. Ah... onun için endişeleniyorum."

Merdivenlere oturmuş ailemin konuşmasını dinlerken başımı merdivenin korkuluklarına yaslamıştım.

Parmak uçlarıma kadar çektiğim siyah sweatshirtimin kollarıyla oynarken okul için zamanın gelmesini bekliyordum. Sırtıma attığım çantamın kayışları kayıp düşmüştü. Siyah, yırtık jeansimin altına geçirdiğim siyah botlarımın bağcıkları sarkıyordu. Soluma bıraktığım asker yeşili montuma uzandım.

Ayağa kalkıp çantamın kayışlarınını düzelttim ve merdivenlerden indim. Daha fazla evde kalmak istemiyordum.

Kapıya doğru ilerlerken arkamdan annem seslendi. "Donghyuck. Gel kahvaltı et."

"İstemiyorum," dedim ve kapıyı açtım. İkisine de veda etmeden evden çıktım.

Kulaklıklarımı çıkararak kulaklarıma taktım ve bahçemizde öylece duran bisikletime doğru ilerledim. Selesine oturup pedalları çevirdim ve evden tamamen ayrıldım.

Pedalları ruhsuz bir şekilde çevirirken asfaltda ilerliyordum. Soğuk, keskin rüzgar yüzümü yakıyordu, içim üşüyordu.

Annemler haklıydı. Son günlerdir iyi değildim.

O kadar fazla düşünüyordum ki beynim ağrıyordu. Gözlerimin arkası hep zonkluyor, ne zaman dalgınlaştığımı fark etsem dişlerimi sıkıyor oluyordum. Kimsenin aramalarını yanıtlamıyordum. Herkese sinirliydim ama kimseyi dövemiyordum. Her şey içimde sıkışık bir şekilde duruyordu. Ciğerlerim yanıyordu, her nefes bana ızdırap veriyordu.

Boğuluyor gibi hissediyordum.

Okulun bahçesine girip bisikletimi bisiklet park yerine bıraktım. Kilitleyip ellerimi üzerimdeki asker yeşili montun ceplerine koymadan önce siyah sweatshirtümün kapşonunu kafama geçirdim. Kulağımdaki kulaklıklardan Bring Me To Horizon'un şarkısı son ses çalıyordu. Yanından geçip gittiğim birkaç öğrenci bana baksada umursamadım.

Sınıfa girdiğimde ders zili çaldı. Uykulu uykulu konuşanlar kitaplarını çıkarırken en arkadaki yerime geçtim.

Üzerimdeki montu çıkarmadım. Kapşonumu indirdim ve cebimdeki sakızdan çıkarıp çiğnemeye başladım.

Birkaç dakika sonra öğretmen girdi. Dersin tarih olması demek kulaklıklarımla durabileceğim anlamına geliyordu. Telefonumdan müziği değiştirip The Neighbourhood'un şarkılarına bastım.

Öğretmen tahtanın önünde durup 20 kişi olması gereken sınıfı saydı. 8 kişi yoktu.

8 kişi saçma salak bir öğrencinin intiharı yüzünden okula gelmemişti.

Sinirlerim o kadar bozuktu ki kulaklıklarımı çıkarıp kendi kendime güldüm. Birkaç kişi dönüp bana tuhaf gözlerle baktı.

"Sorun ne Donghyuck?" Genç bir adam olan tarih öğretmenimiz Bay Choi bana baktı. O da durumdan pek hoşnut görünmese de sesi anlayışlı çıkıyordu.

"Hiç, sadece saçma salak bir intihar yüzünden okulun yarısının gelmemesi ve yok bile yazılmamaları adil gelmiyor."

O kadar sinirliydim ki bacağımı sallıyordum. Tarih öğretmenimiz bana şaşkın ve kızgın gözlerle baktı. Tüm sınıf bana öfkeli gözlerle bakıyordu.

Nedenini tahmin edebiliyordum. Şu Donghyuck edepsizin teki, nasıl öyle şeyler söyleyebilir?

Ama gerçekler böyleydi.

"Bir arkadaşınız hayatını yitirdi. Diğer öğrencilere anlayışla yaklaşmak zorundayız." Ses tonu keskindi. "Herkes bu olaydan sonra şok geçirdi, çok üzüldüler."

Alayla güldüm ve sol elimle gözlerimi ovuşturdum. "Arkadaş mı?" Sınıftakilere göz gezdirdim. "Okula gelmeyenlerin hiçbiri SeoNeul'u tanımıyordu! Hiçbiri onun arkadaşı değildi! Buradakiler bile onu tanımıyordu!"

"Donghyuck."

"Herkes fırsatçılık yapıyor. Hiçkimsenin üzüntüsü içten değil. Onu gerçekten tanıyan yoktu bile!"

"Bunu bilemezsin," dedi tarih öğretmeni. Sinirim tepemdeydi. Masamın üzerinden kulaklıklarımı aldım.

"Biliyorum! Onun arkadaşı yoktu!" Sesim o kadar keskin çıkmıştı ki sınıfta bir sessizlik oldu. Herkes bana şaşkın, hatta sinirli gözlerle bakarak nefeslerini tutmuşlardı.

Öğretmenimiz bana baktı ve işaret parmağıyla 3 kere kürsüye vurdu. "Aileni istiyorum Lee Donghyuck."

Kurduğu tek cümle beni daha da sinirlendirdi. Sırt çantamı sağ omzuma atıp alayla güldüm. "Sikeyim seni de öğretmenliğini de." Bir şey demesine izin vermeden sınıfın arka kapısından çıkarak kapıyı arkamdan çarptım.

Hızlı adımlarla okuldan çıktım. Madem yok yazılmıyorduk, daha fazla burada durmak için nedenim yoktu.

Bisikletime binip okulun bahçesinden çıktım. Pedalları son hızla çevirirken asfaltda ilerledim. Rüzgar saçlarımı savuruyordu. Montum geriye doğru uçuşurken müstakil evlerin olduğu sokaktan geçip sağa döndüm.

Bir büfenin önünde durup içeriye girdim. Buzluk yerine ilerleyip iki kutu bira aldım. Kasiyere parayı uzatıp bir poşet aldım ve yaşımı sormasına fırsat vermeden dışarıya çıktım.

Tekrar bisikletime binip gitmeyi planladığım yere sürmeye başladım.

Bir tepenin üzerine çıktım. Sarı otların arasına bisikletimi bırakıp tepenin en yüksek yerine oturdum. Soğuk rüzgar bedenimi titrediyordu. Sırt çantamı önüme koyup fermuarı açtım.

Derin bir nefes aldım. Bunu yapmak zorundaydım.

Elime ikinci kasedi alıp titreyen parmaklarımla kulaklığı başımın üzerinden geçirdim.

Ve kırmızı, başlat düğmesine bastım.

TAPESHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin