1x4- Babama inanamıyordum

2.9K 207 26
                                    

Düşünüyorum da acaba gerçek dediğimiz şey ne ? Şu an yaşadığım da bitmek bilmeyen kabusumun bir parçası mı yoksa hayatın kendisi baştan aşağı kabus mu ? Yaşadıklarımdan sonra iyice filozofa bağladım ben de. Ama şu an tek emin olduğum şey babamı takip etmem gerektiği. Düşüncelerimde benimle birlikte yol alıyordu. Araba otoyola çıktı, ben de peşinden gittim ama babam biraz hızlanmıştı ona yetişmekte zorlanıyor, deli gibi pedal çeviriyordum. Babam bir süre hızını yavaşlatıp sonra ormanlık bir yola saptı. Bu durum beni biraz ürkütmüştü. Babamın gecenin bir yarısı ormanda ne işi vardı ? Bir yandan ne olacak diye bir yandan da babam hakkında dile getiremeyeceğim korkunç tahminler aklımdan hızla geçip gidiyordu. Bir ara o kadar dalmıştım ki bu düşüncelere bir an dengemi kaybettim ve yere savruldum. Yere düşmemle gözümü açmam bir oldu. Tekrar hızla bisiklete bindim. Panikle bisikletin direksiyonunu bir sağ sola çeviriyordum ve bisikletim yalpalıyordu. Sonrasında heyecanımı bastırdım ve direksiyona hakim oldum. Ormanlığın azaldığı tepe gibi bir yerin üzerine yapılmış olan boş bir depo gibi bir yere gelmiştik. İçimden kötü bir his vardı. Böyle virane bir yerde babam ne halt yemeye gelmişti. Lanet bir tarikata falan mı üyeydi ? Tanrım ne saçmalıyordum ben. Babam arabadan indi. Ben de bisikletten indim ve babam görmesin diye bisikleti yere yatık bir şekilde bıraktım. Babam arabanın kapısını kapattıktan sonra sağa sola bakındı. Yüzünü tam bana döndüğü esnada ağaçların arkasında duran bana baktığı esnada yere pustum. Bir şeyler görmüştü ama ben olduğumu fark edememişti ki yavaş adımlarla bana doğru gelmeye başladı. Çömelerek oturur pozisyonunda gerisin geri kaçmaya çalışıyordum. Tam o esnada 10 metre uzakta arkamda küçük bir çakal belirdi. Çakalla göz göze geldik. Çakal çalılıkların arasında duruyor, dik dik bana bakıyordu. Korkudan donakalmıştım. Çakal tam bana doğru yavaş adımlarla gelmeye başlamıştı ki babamın çakalı farkedip elindeki taşı çakalın üzerine atmasıyla beraber çakal korkup kaçtı. O an bu duruma pek sevinememiştim çünkü babam çakalı daha net görüp isabet ettirmek amacıyla benim arkasına saklandığım ağaca daha da yaklaşmıştı. 2 metre ötedeydi sanırım. O an nefesimi tutmuştum. Çünkü biliyordum ki farkederse yediğim tokatın devamı gelirdi. Sağa sola tekrar bakındıktan sonra virane depoya doğru yürümeye başladı. Bu sefer daha dikkatli bir şekilde takip ediyordum. Sonunda depoya girdi. Ben de peşinden gittim ve kapının arkasına gizlice saklandım. Arada bir göz ucuyla da olsa içeriye bakmaya çalışıyordum. Babam içeri girdikten sonra "Hey, Michele neredesin ?" diye bağırdı. Kimsecikler yoktu. Babamın telefonunun feneri ve ay dışında bir ışık yoktu. Aslında karanlıktan korkarım ama babamın orada benden haberi olmasa bile bulunması bana cesaret veriyordu. Az sonra babam telefonla birisini aradı.

- Konuşmam gerek.
- Parayı getirdin mi ?
- Hayır. Tam olarak değil.
- Tam olarak değil de ne demek ?

- Yani, para edebilecek bir şey.
- Tamam, bizimkilerden birini almaya yollarım.
- Değeri ne kadar ederse, borcundan düşeriz.
- Direkt patronla konuşmam lazım. Elimdeki malzeme çok değerli. 
- Patron rahatsız edilmeyi sevmez. Patronla konuşmak istediğinden emin misin ? Sonra geçenki gibi bozuşmayalım.
- Eminim, patrona durumu anlat. Sizin deponun oradayım. 
{ Ve telefon aniden kapandı.}
- Alo, alo..
- Hhh...

  Telefon görüşmesini dikkat kesilip dinliyordum. Zor duyabiliyordum ama boş deponun içinde sesin yankılanması duymamı kolaylaştırdı. 

Tanrım! Ne parası, ne borcu, ne değerli şeyi duyduklarıma şoke olmuştum. Konuşma tarzından ve konuşulanlardan anladığım kadarıyla konuştuğu kişi mafya tarzı birisi gibiydi. Babam başını ciddi bir derde sokmuştu. Mafya ve borç. Evet, belalı ikili. İyi de mesel sadece borç muydu ? Bu yüzden mi anneme dayak atmıştı. Evet, belki de engellemesem gerçekleşecek şey buydu. Bir insan nasıl bir bir pisliğe bulaşırdı ki, hem diyelim ki bulaştın insan niye karısından, hayat arkadaşından saklardı ki. Ne olursa olsun anneme gösterdiği şiddetin bir açıklaması olamazdı. Babama gerçekten kızmıştım. Eve gittiğim de anneme her şeye anlatacaktım. Biliyorum karı-koca arasına giriyor gibi duracaktım ama insanın karısından saklanacak türde bir şey değildi bu. Burada bahsettiğimiz şey mafyaydı. Bir yandan bunları düşünüyor. Bir yandan da babamı gözetliyordum. Babam telefon görüşmesi bittikten sonra biraz endişeli endişeli dolandıktan sonra orada bulduğu teneke gibi bir şeye oturdu. 5-10 dakika sonra bir ışık buraya doğru yaklaşıyordu. Bu bir  araba farıydı ve gelen biraz önce telefondaki adamın bahsettiği "patron" du. Arabadan indiğinde siyah giyimli adamlarıyla beraber arkasına saklandığım deponun dış kapısına doğru yürümeye başladı. Hemen kapının önünden deponun kapısının solunda kalan köşedeki duvarın arkasına saklandım. Adamlarıyla beraber depoya girdi. Ben de o an konuşulanları dinlemek için geri yavaş adımlarla kapının önüne yürüdüm. Doğrusu bu yaptığım riskli bir şeydi ya çıkarken beni farketseler felaket olurdu.
- Göster bakalım şu değerli şey neymiş ?
Andrew hızla ceketinin cebinden küçük bir yüzük kutusuna koyduğu yüzüyü çıkardı.
- İşte bu, diye gösterdi elindeki eski püskü bir yüzüğü.
- Bu yüzük 11. yüzyıl Normandiya hanedanından Kral Stephen'ın yüzüğü.
- Bak, bak, bak! Nereden buldun bu yüzüğü, peki ?
- Üzümünü ye, bağını sorma
- Peki, ben şimdilik alıyorum bu yüzüğü birkaç yere sorup öğrenirim, neymiş ne değilmiş.
Patron bunları derken bir yandan da elindeki yüzüğü inceliyordu. Andrew elini uzatıp yüzüğü geri almak isteyince sinirlenen patron "Ne dediğimi duymadın mı sen ? Şimdilik bende kalıyor ? diye çıkıştı. Andrew ne de olsa güvenemiyordu mafyaya.
- Yerinde olsam Tanrı'ya dua ederdim bu yüzüğün para etmesi için.
- Yoksa beni bu saatte buraya getirdiğine çok pişman olursun.
- Senin yüzünden, bir işimi yarım bıraktım. Geçen seferki dayağın az geldiğini düşünüp biraz daha istiyorsun diye bu sefer bizzat ben kıracaktım o yamuk ağzını.
Gerçekleri öğrendikçe bir bir şoke oluyordum. Evet, iki hafta önce babam yüzü morarmış bir şekilde gelmişti. Bahane olarak da bir arkadaşı kavga ederken araya girdiğini o esnada da kavgadan nasibini aldığını söylemişti. Meğer o da yalanmış. Düşünmüştüm de acaba babamın bizden sakladığı daha başka neler vardı ? Yoksa, Tanrı aşkına, o samimi pozlar çektirdiği kadınlarla yemek için mi borç almıştı bu parayı. Belki de o kadınlarla ilişkisi fotoğraflardakinden daha ileri bir boyuttaydı. Babamdan ilk defa iğrenmiştim. Nasıl bir babaydı. Bunu anneme, bana nasıl yapardı. Zihnimi meşgul etmeye başlayan bu çirkin varsayımlardan uzak tutmaya çalışıyordum.  O esnada patron babama bir yumruk geçirdi. Babam yumruğun etkisiyle yere serilmişti. Sonrasında patron ve adamları arkasını döndü ve kapıya yöneldiler. Hemen yine deponun köşesine sessiz adımlarla koşmaya başlamıştım ki ayağım takıldı ve yere düştüm. O esnada beni gören patronun adamlarından biri bana doğru koşarak "Patron, burada bir kız var!" diye bağırdı. Tam bu sırada eline bulaşmış kanı mendille silen patron bana doğru baktı hızlı adımlarla yanıma geldi. Adamları kollarımdan sımsıkı tutmuştu. Bana doğru baktı: "Bak sen hele! Burada kimler varmış."  

Müzik: Amber Run - "I Found"

{İçeriden elindeki peçeteyle burnundan sızan kanı tamponlayarak depodan çıkan Andrew kızını gördü.}

- Kızım!
Babam beni görünce epey bir şaşırmıştı. "Kızım, sen burada..." diye konuşacakken. Patron elini havaya kaldırdı ve sus işareti yaptı. "Tutun şu adamı da" dedi.
- Senin gibi küçücük bir kızın ne işi var bu saatte ormanın ortasında bu izbe yerde.
O an tek sığınabileceğim yer olan babama dönüp.
- Baba! dedim.
Babam korku ve şaşkınlıkla allak bullak olmuş bir yüz ifadesiyle bana bakıyordu. Ancak patrondan gözü korkmuş olacak ki tek kelime edemiyordu.

- Evet, bir cevap bekliyorum, küçük kız. Bu arada adın neydi senin ?
O anki korkumu tarif edemem. Kalbim heyecandan küt küt atıyor, alnımdan soğuk terler akıyordu. Korkudan titreyen dudaklarımla:
- Ju.. Julie.
- Memnun oldum, Julie şimdi seninle küçük bir yolculuğa çıkacağız. Ama baban bu yolculuğa ne yazık ki katılamayacak. Adamlarım onu hasteneye bırakacak. Biraz burnu kanıyorda.
- Hayır.

Kalbim artık yerinden çıkacak gibiydi. Elini uzattı ve göz işaretleriye "Hadi" dedi. Hiç bir karşılık verememiştim. Biraz sonra elini indirdi.
- Götürün şu kızı arabaya!
  - Hayır, hayır, hayıııır... babaaa! diyerek bir yandan ağlıyor bir yandan umutsuzca babama bakıyor. "Bir şeyler yap" diye haykırıyordum.

- Kızım,kızıııım... diye bağırıyor, beni kurtarmak için çabalıyordu lakin zebani gibi kollarına yapışmış olan engeli aşamıyordu.
Tam arabanın yanına giderken babam arabayla peşimizden gelmesin diye sağ bacağına bir el ateş ettiler.

- Babaaa, vurmayın babamı! diye çığlık atıyordum. O sırada arabaya bindirildim . "Babaaa!" diyerek cama yapıştım. Geride kalan korumalar da gelip araca bindiler. En son patron da arabaya bindi ve araba çalıştı. Çığlıklar atıyor arabayı ve içindekileri tekmeliyordum ki adamlarından biri silah çıkarttı.

Adamlarından birisi:  Susturuyum mu şunu, patron ?
Patron: Ne yapıyorsun gerizekalı indir o silahı o bize tek parça lazım. Sonra bana döndü güler yüzlü ama pişkin suratıyla: "Öyle değil mi Julie ? Babana zara geldiği gibi sana da bir zarar gelmesini istemeyiz." dedi.

- O an susuvermiştim. Ama hala gözlerimden yaşlar dökülüyordu. Ağlamamaya çalışıyordum ama elimde değildi. Bu da bir kabus olmalıydı kesin. Uyanmalıydım bir an önce bu korkunç kabustan. Ama sanırım bu gerçekti. Hem de gerçeğin ta kendisiydi.

***
Julie kendisini bekleyen gerçekten bihaber sadece sessizce ağlamaya devam ediyordu. Biraz sonra ağlamaktan bitap düştü ve uykuya daldı. Vücudu yaşadığı onca şeye rağmen yine de direniyordu. Bilmiyordu ama ertesi sabah onun için "zaman" kavramı yeniden yazılacaktı...

(KİTABIMIN TANINMASI İÇİN YORUM ATAR VE OYLARSAN YAZARINI ÇOK MUTLU EDERSİN.)    

DÖRT HAYAT Wattys2017Where stories live. Discover now