2x17- Genuse Kronos

412 57 8
                                    

10 Ocak "Salı" 2017 akşamı (Danielle annesinin öldürülüşüne şahit olduğu gün)

Eve gitmek bir niyetim yoktu. Yorulmuştum artık mücadele etmekten, boşa çırpınmaktan. Mutluluk kelimesi benim için yabancı, bilmediğim bir kelime. Bütün bu insanlar neden yaşıyor ki bu hayatta. Neden hep birlikte Azrail'e fazla mesai yaptırmıyoruz. Düşünsenize bir dünyadaki tüm insanların intihar ettiğini. Tanrı o zaman kıyameti kimlerin üzerine kopartacak ? Geriye doğru adım atan ayaklarımı sonunda köprüye gelmesi konusunda ikna ettim. Hayatta en çok sevdiğin insanların elinden kayıp gidişini görmek. Hayat rayındaki trendeki koltukta oturup birbir dışarıdaki gördüğüm insanların düşüp trene yetişememelerini görmek, hele de o kişiler hayatta tutunduğun birkaç dalından birisiyse, işte belki bu sebeptendir ki kendimi o trenden aşağı atmak istiyordum...

Müzik: Zayde Wolf- "Walk Through The Fire"

**I'm always wondering (Hep merak ediyorum da)
If it's ever gonna end (Eğer bu sonuna kadar giderse)
I can feel it in my bones (İliklerimde hissedebilirim [Ölümü])
Standing in the dust (Tozların [Geçmiş ile geleceğin] arasında duruyorum)
Of what's left of us (Bizden kalanların arasında)
I can see you in my soul (Seni ruhumda hissedebiliyorum)**

Ayaklarım köprünün ucunda. Bir anda arkamda bir oğlanın sesini duydum. Döndüğümde tanımıştım bu sureti. Benim için kendi canını hiçe sayan polis memuru Mark'ın yanında son nefesimi vermek üzereyken gördüğüm kahverengi gözlü kumral tenli dalgalı saçlı çocuktu. Yine aynı sözleri sayıklıyordu "Henüz vakti değil".

"Ne istiyorsun yine benden" dedim önündeki avını vahşice parçalayan bir aslan edasıyla. Aynı şeyi tekrarlamaya devam ediyordu. "Rahat bırak beni!" dedim bağırarak. Bana doğru yaklaşmaya başladı. Nedense içimi çok dehşet bir korku kaplamıştı. Onda farklı bir şey vardı. Eliyle aşağıyı gösterdi. "Eğer çok istiyorsan durma bırak kendini. Lakin unutma Tanrı seni, ataların gibi buraya bunun için göndermedi." dedi. Birkaç adım daha yaklaştı. Artık aramızda sadece birkaç metre vardı. "Mortem veniet, sed nunc (Ölüm bir gün elbet gelecek, ama şu an değil)" dedi yumuşak bir sesle. "Ne diyorsun anlamıyorum. İngilizce konuş" dedim titrek ve kendinden geçmiş bir sesle. Birkaç adım daha attı. Artık nefesini tenimde hissedebiliyordum. Lakin bu soluk alışverişi sıradan bir insanınki gibi değildi. "Kimisi bana Mortem (Ölüm) der, kimisi Azrail'in Çırağı, bense sadece oğlunun ölümüyle içi kanayan bir babanın, gözlerinden süzülen bir damla gözyaşıyım. Peki sen kimsin Julie Scott" Nefesi kesilmişti sanki. Gözlerimi hafifçe araladım. Ortalıkta kimsecikler yoktu.

**Did we take too many chances ? (Çok fazla şans verilmedi mi bize)
Or did we let too many pass us ? (Yoksa bizi çok fazla ezip geçmelerine mi izin verdik)

Did we throw it all away? (Hepsini bırakabilir miyiz bir kenara ?)  **

Geri döndüm aşağı baktım bir süre. Ben şimdi ne için yaşayacaktım. Kimsem kalmamıştı, kimsem. Maksadım neydi ki zaten bu hayatta. Sıradan biriyle evlenip bir aile kurmak gibi pamuk şekerden bir hayat yaşamak mı ? Bir sıkımlık canı varmış demek ki hayallerimin. Kader çoktan ağzında eritmişti pamuk şekerden hayallerimi. Az önceki çocuğun dediği şeyler yankılandı kulağımda. "Kimdim ben ?" Annem çocukken hep bana "İnsan gerçekte kim olduğuna karar veremez. O Tanrı'nın işidir. Ama kim olacağına kendisi karar verir. (#)" derdi. Kulağımda hala aldığım o haber yankılanıyordu. "Büyükbabanız az önce marketteyken kalp krizi geçirmiş. Ambulans ne yazık ki vaktinde ulaşamamış. Çok üzgün olduğumuz bilmenizi isterim..." Babamdan görmediğim şefkati gördüğüm o adamda yoktu artık. Bir gün içerisinde art arda iki ölüm... Göğe baktım ve bağırmaya başladım. 

DÖRT HAYAT Wattys2017Where stories live. Discover now