Birinci Bölüm I.

886 22 28
                                    




Rüveyda

Balçova(İzmir)/4 Ekim 1992 Pazar

Sahi gece miydi bitmeyen yoksa ben miydim şafağa küskün olan? Galiba her ikisi de değildi. Saatlerdir gönüllü hapis kaldığım yatağımdan hafifçe doğrulup karşımdaki duvara baktım. İç yüzeyi gibi kendileri de kapkara olan akrep ve yelkovanı seçemeyince geriye bir tek seçenek kalıyordu. Güçlükle kalkıp iğne batmasını andıran baş ağrım eşliğinde pencereye doğru yürüdüm. Akşama oranla şiddetini artıran ve belki de bütün bütün sermayesini tüketen rüzgâr, hıncını penceremden almak istermişçesine yağmur damlalarını camıma boca ederken farklı mecralar izleyerek aşağı doğru süzülen damlalar, büründükleri garip şekillerle süzgün gözlerime bir şeyler göstermek istiyor gibiydiler. Öyle olduğunu umarak bir taraftan önüm sıra akıp giden minicik şelalelerin dilini çözmeye çalışıyor diğer taraftan kasvetli odamın içini iyiden iyiye doldurmaya başlayan ritimsiz uğultuları dinliyordum. Mukavemeti kırılacakmış gibi çatırdamaya başlayan pervazlar, damlalara direnseler de korku filmlerini anımsatan tekinsiz uğultulara mani olamıyorlardı bir türlü.

Yorgun beynimin bir anda ve hiç nedeni yokken çocukluk dönemime ait 'Girdap' dizisindeki ürpertici evi, daha doğrusu 'Girdap' da dâhil olmak üzere korku temalı bütün filmleri hatta fotoğrafları bulup buluşturup bir sinema şeridi gibi gözlerimin önüne sermesine aldırış etmeksizin, yumruk gibi yaptığım ellerimle gözlerimi ovabildiğim kadar ovdum ve şimşeğe benzer parlaklıkların göz bebeklerime hücum ettiği bir hengâmede yeniden açtım. Kısmi aydınlık çabucak kaybolurken cılız nefesimle her geçen dakika biraz daha buğusu artan camıma yansıdığı için fark ettiğim ve en az bedenim kadar perişan olduklarına kanaat getirdiğim saçlarımı, iki elimle arkaya doğru savurup başımı yukarı doğru kaldırdım. Elimi uzatsam değecekmişim gibi hemen üzerimde arzı endam eden kül rengi bulutlar, bir yere yetişecekmiş gibi acele ederken -belki de dünyaydı acelesi olan- her şeyiyle cisimleşmiş ve kurşuni bir renge bürünmüş olan sonbahar, 'Gitmemek üzere geldim ve artık buradayım.' diyor gibiydi. Dayak yemiş gibi ağrılara müptela bedenim, lavanta kokulu yatağımı arzulasa da ruhum olduğunu hissettiğim yaratık, her zamanki umarsız tavrıyla devreye girip vaktin azaldığını fısıldıyor ve ben istemsiz bir kıpırtıyla bu çağrıya uyuyordum.

Artık bir kısmını akşamdan boşalttığım gardırobumun yanındaydım fakat bir heykel kadar cansız, bir korkuluk kadar yapay gibiydim. Sıkça kullanıldığından, fermuarından siyah derisine kadar iyiden iyiye aşınan valizimi hazırlarken her iki kolumdaki humerus kemiklerini bedenime bağlayan bağlar sanki gevşemiş gibi ellerimi güçlükle hareket ettiriyordum ve bir korkuluktan tek farkım sanırım sadece bu kadardı. Niye bilmiyorum ama bir an için her şeyi bir kenara bırakıp zihnimi yoklamaya çalıştım. Sadece yaz aylarında kalabildiğim ve sonra gitmek zorunda kaldığım güzel İzmir'den bu kaçıncı ayrılığımdı acaba? Çocukken sayıyordum ama sayısı o kadar çok artmıştı ki artık saymayı da bıraktığımdan bir türlü tam sayıyı kestiremedim. Belki de kanıksamıştım ama hiçbir zaman alışmamış daha doğrusu alışamamıştım.

Valizimi hazırlayınca odamdan çıktım ve salondaki koşuşturmayı seyretmeye başladım. Annem her zamanki gibi yine son derece telaşlıydı. Yıllardır bir kez bile uçağımızı kaçırmamıştık ama o, hep kaçıracağımızı düşünür ve bu korkuyla herkesin elini ayağını bir pabuca sokardı. Oysa bir kez olsun uçağı kaçırmayı ve İzmir'de kalabilmeyi ne çok istemişimdir. Kardeşlerim Yavuz Selim ve Yağız Kerim ise artık göçebeye dönüşen bu hayat tarzımızı, büyük bir macera gibi görür ve böyle gördükleri için olsa gerek hiç sorun çıkarmazlar hatta keyif bile alırlardı.

"Haydi Rüveyda! Böyle giderse uçağı kaçıracağız." Gülmeye başladım. Artık niye güldüğümü biliyordu.

"Bak! Bak! Nasıl da sırıtıyor. Kardeşlerin saatler önceden hazırlandı! Yine en sona sen kaldın!"

"Tamam anne! Şu valizin fermuarını çekebilirsem ben de hazırım!"

"Sen ayakkabılarını giy, ben kapatırım! Ha! İlaçlarını da unutma!"

"El çantama koymuştum."

"İnşallah aç karnına olanı içmişsindir?"

"Uçakta alırım anne."

"A! benim akıllı kızım! Bulantı ilacını da alacaksın. Doktor ikisini bir arada içme diye sıkı sıkıya tembih etmişti."

"Doktorları bilmez misin anne. Merak etme, dün akşam yan etkilerini okudum. Sadece bir parça bulantı biraz da uyku yapıyormuş. Hem bir saati aşkın yolumuz var ve bu sürede uyuyabilirsem hiç fena olmaz. Bir de..."

"Tamam tamam! Hadi çıkalım, yoksa uçağı kaçıracağız." Bu kez gülen sadece ben değildim...

***

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now