Hızlı adımlarla yürüyüp sık ağaçlıklar arasında bir süre yol aldık. Bekçinin görüş mesafesinin iyice dışına çıktığımızdan emin olduktan sonra sahile çıkıp sise benzer hafif bir duman eşliğinde yürümeye başladık. Her taraf kapkaranlıktı ve değil bir Allahın kulu, kedi köpek dahi yoktu. Bir süre daha yürüdükten sonra bir kayanın üzerine oturup usulca sahile vuran dalgaları seyre koyulduk. Akşamdan yakılan ocakların semaya yayılan dumanları, denizin iyot ve yosun kokusuna karıştığından bu karışıma alışıncaya kadar epeyce bir süre burnum sızladı. İki de bir burnunu çektiğine göre, muhtemelen o da aynı dertten muzdaripti. Kısa bir sessizliğin ardından ilk cümleyi ben kurdum:

"Niye hiç konuşmuyorsun? Yoksa seni gelmeye zorladığım için bana kızgın mısın?"

"Evet, kızgınım. Dediğim dedik birisin ve beni aklımın ucundan bile geçmeyecek şeylere zorluyorsun. Aralarında nikâh akdi veya yakın akrabalık bulunmayan iki farklı cinsin hem de böyle uygunsuz bir vakitte dışarı çıkması olacak şey midir?"

"Peki, olacak şeyi söyle o zaman."

"Kendine uygun birini bul ve peşimi bırak. Bu günden sonra bir daha da seni görmek istemiyorum." Cümlesini bitirince gözlerine bakarak

"Gerçekten istediğin bu mu?" diye sordum. Cevap vermek yerine gülmeye başladı. Ara ara boğaza bakıyor ve ne zaman göz göze gelsek gülüyordu. Hem beni görmek istememesi hem de aralıksız gülüşlerine bir anlam verememiştim. Uzunca sayılabilecek bir sessizliğin ardından nihayet konuştu:

"Aslında geceleri sahile çıkıp gezmek hep arzu ettiğim bir şeydi. Sen böyle bir teklifte bulununca belli etmemeye çalıştım ama inan çok sevindim. Odamda bir türlü saatler geçmek bilmedi. Hem biliyor musun çocukluğumda daha çok dolaşırdık. Ama büyüyünce niye bilmiyorum biraz eve kapanır olduk. Vapurla karşıya geçip en çok da Beykoz tarafına giderdik. Boğaza tam anlamıyla hâkim olduğundan olsa gerek Kandilliyi çok severdim. Sonra sahile inip Anadolu Hisarı'nda gezmekten, köhne kapılara ismimi kazımaktan ve surlar arasında koşuşturmaktan çok keyif alırdım."

"Anlaşılan İstanbul'u karış karış biliyorsun."

"Yo! Öyle çok değil. Sadece belli başlı yerlerini biliyorum. Mesela köy havasından ve nazlı nazlı akan deresinden dolayı Kâğıthane'yi çok severim. Kâğıthane'nin Şişli'ye yaslanan tepeleri, usta bir ressamın çizdiği hoş bir tablo gibi görünür hep bana. Hele de güneşin battığı demlerde. Otlaklara yayılan koyunların meleyişleri, çobanların çaldığı kaval seslerine karışır ve o ıssız Kâğıthane, her birimizi bir mıknatıs gibi çekiverir nice sürprizlere gebe iç dünyasına. Hatta benim çocukluğumda Alman İmparatoru İstanbul'a gelmiş ve Kâğıthane'yi de ziyaret etmişti. Almanya'ya dönüp bir teşekkür mektubu yazdığında ne demişti, biliyor musun?"

"Bilmiyorum."

"Demişti ki mektubunda; Her yer bir tarafa, Kâğıthane'yi hiç unutmayacağım."

"Gel bir de şimdi gör. Ne çoban var ne de koyunlar. Uzaktan bir heyulayı andıran binalar, simsiyah egzoz dumanlarıyla ve eşek sesine rahmet okutan sesleriyle motorlu taşıtlar, korkunç kalabalıklar... O şırıl şırıl akan dere de yok artık. Gerçi şu anda Kâğıthane Belediyesi eskiyi canlandırma adına ciddi mesai harcıyor ama hiçbir şey eskisi gibi olmuyor elbette."

"Ne taşıtı ne binası? Yine saçmalamaya başladın!"

"Keşke bir süreliğine yerimde olsan ve saçmalık ne imiş bir görsen. Neyse değiştirelim bu mevzuyu. Az önce çocukluğundan bahsettin ya! Rica etsem bana kendinden, daha doğrusu kendi dünyandan biraz bahseder misin?"

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now