XVII.

105 9 17
                                    



Çayından bir yudum daha aldıktan sonra ceplerini yokladı ve bir miktar parayı masaya koyup ağır ağır doğruldu. Kalktığımızı gören Pala Bey, hızla merdivenlerden yukarı çıkıp yanımıza geldi. Kilolarından olsa gerek o birkaç basamak, nefes nefese kalması için yetmişti. Konuşurken aldığı derin nefesler, ağzına doğru düşen bıyıklarına çarparak üst dudağının az da olsa görünmesini sağlıyordu. Bu hali, hiç alakası yokken bana Naim Süleymanoğlu'nu hatırlatmıştı. O ne zaman bir halterin başına geçse, derin derin nefes alır ve bu nefeslerle alnına düşen seyrek saçlarını dalgalandırırdı. Sanki bu onun uğuru gibi bir şeydi ve her defasında bunu yaparak başarılı olurdu. 1988 Seul Olimpiyatlarıydı sanırım. Aynı şeyi orada da yapmış ve üç dalda rekor kırmıştı. Madalya töreninde bayrağımız göndere çekilip İstiklal Marşımız okunurken annemin gözyaşlarını tutamayıp ağladığına şahit olmuş ancak çocuk aklımla bu ağlamaya pek bir anlam verememiştim.

Ben geçmişe kısa bir yolculuk yaparken Selim de hemen ayrılmayıp Pala Bey ile ayaküstü bir süre sohbet etti. Ancak konuşmalarını pek anlayamıyordum. Galiba Van Şivesiyle konuşuyorlardı ve bu şiveyi yeni sınıfımda da sıkça duymaya başlamıştım. Bu garip ancak kulağa hoş gelen şiveyi ben de en kısa zamanda öğrensem iyi olacaktı. Özellikle sınıf arkadaşlarımın kapıya 'gapı', kediye 'pişik', pantolona 'pantor' demeleri ve yine Müdürümüz Servet Hoca'nın yaramaz öğrenciler için kullandığı 'dığa' kelimesi çok hoşuma gitmişti. Ha bir de öğretmenlerin sınıfta gördükleri döküntüler için 'Kaldırın şu hırheşekleri!' demesi yok mu; ilk duyduğumda ne çok gülmüştüm. Ben bunları düşünürken Pala Bey bana dönüp gülümsedi. Ben de veda etmek için elimi uzattım ama elini kalbine götürerek beni selamladı. Elim öylece havada kalınca biraz mahcup oldu ve bir bana bir de Selim'e baktı. Hemen onun gibi yapıp elimi kalbime götürdüm ve

"Size bir soru sorabilir miyim?" diyerek izin istedim.

"He, sor bacım."

"Onca bardağı hem de bir elinizle nasıl taşıyabiliyorsunuz, zor olmuyor mu?"

"Yıllardır bu kambahda bu işi yapıram. Alışınca oli. Ele çoh zor deyil." Bir tek 'kambah' kelimesini anlamamıştım. Galiba kahvehaneyi kast etmişti.

"Zor değil mi? Yıllardır evde çayı ben yapıyorum ama iki bardağı bile götürmekte zorlanıyorum. Bence siz alçakgönüllülüğünüzden böyle söylüyorsunuz." Cevap vermek yerine gülümsedi sadece. Pala Bey konuşmayınca Selim araya girdi ve

"O halde meslek sırrı diyelim." Dedi ve müsaade istedi. Kahveden çıkıp geldiğim istikamette bir miktar ilerledik ve valilik binasını geçtikten sonra Cumhuriyet Caddesi'ne sapıp yürümeye devam ettik. Bana evimin nerede olduğunu sormadan yürüyordu. Ya evimin nerede olduğunu biliyordu -ama buna imkân yoktu- ya da benim tarif etmemi bekliyordu. Bu arada yine birçok kişiye selam veriyor, selam alıyordu. Sanki Selimle değil de ünlü futbolcu 'Rıdvan Dilmen' ile yürüyordum. Bir aralık

"Nerede oturduğumu biliyor musun?" Diye sordum. Durdu ve yüzüme baktı. Öylesine basit bir soru sormuştum oysa. Ne diye durmuştu ve niye böyle garip garip yüzüme bakıyordu hatta gözlerime? Alabildiğine kalabalık bir caddenin tam ortasında, gelene gidene hatta omzumuza çarpanlara aldırış etmeksizin duruyorduk. Galiba bir şeyler söylemeliydim yoksa ona kalırsa böyle cadde ortasında durmaya devam edecek gibiydik.

"Ben İkinisan Caddesi'nde oturuyorum." Sanki bir rüyadan uyanmışçasına irkildi ve

"Tamam, az ilerdeki sokaktan içeri kıvrılırsak o caddeye çıkarız." Dedi.

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now