Kurtuluş gitmişti ama ne bir telefon ediyor ne de bir haber ulaştırıyordu. Biz ise her Allahın günü, birileri kapımızı çalıp hesap soracak diye bekliyorduk. Derken korktuğumuz başımıza geldi ve kapımız hızlıca vurulmaya başladı. Zilimiz olduğu halde kapıya sert bir şekilde vurulmasından anladık ki gelenler onlardı. Babam kapıyı açar açmaz beş garip kıyafetli adam sorgusuz sualsiz içeri girdiler. Hepsi de siyah takım elbiseli ve beyaz gömlekliydiler. Hani 'Yüzünde meymenet yok!' derler ya işte o cinsten tiplerdi. Kemerlerine takılı silahlarını görmemizi istiyor olacaklar ki iki de bir ceketlerinin düğmelerini açıp kapatıyor ve dikkatimizi hep oraya toplamaya çalışıyorlardı. Başarmışlardı da. Tabi sadece biz değil çıkardıkları gürültü ve tavırlarından dolayı bebeğim de ürkmüş, kucağıma almama rağmen sakinleşmiyor, aralıksız ağlıyordu. Babam hepimizi arkasına alıp kendini siper yapmaya çalışırken bütün cesaretimi toplayarak ne istediklerini ve evimize niye geldiklerini sordum.

"Rüveyda sen misin?" diye sordu birisi.

"Evet benim. Ne istiyorsunuz?"

"Adım Celal. İşadamıyım. Kocanız bu ev üzerine kumar oynadı ve kaybetti. Size bir hafta mühlet! Bir daha ki gelişimizde ev boşaltılmış ve tapu da üzerime geçirilmiş olsun." Cümlesini bitirdikten sonra ceplerini kolaçan edip bir kâğıt parçası çıkardı ve uzattı.

"Kâğıttaki bilgilere uygun bir devir olsun." Kucağımda Selim olduğu halde babamın arkasından çıkıp adama yaklaştım.

"Bu evden başka maddi bir varlığımız yok. Beni öldürseniz de evi size vermem! veremem!" Bu çıkışıma adamlardan biri karşılık vermek istediyse de Celal denen eşkıya, bir el işareti ile adamı uyardıktan sonra birkaç adım atarak yaklaştı. O kadar yaklaşmıştı ki üzerine sinen sigara kokusu, burnumun fonksiyonlarını bozacak kadar kötü ve de iğrençti. Bebeğimin yanağına, sağ elinin başparmağı ile hafifçe dokunup ismini sordu. Ne maksatla sorduğunu anlamak istercesine bir miktar yüzüne baktım ve sonra

"Selim" diye cevap verdim.

"Ne güzel bir ismi varmış. Demek Selim. Allah bağışlasın yiğidini." Dedikten sonra sırıtarak devam etti:

"Hanımefendi sen ölmek istiyorsun ama yavrunu hiç düşünmez misin? Oysa anneler duyarlı olmalı, öyle değil mi?" Ne demek istediğini elbette anlamıştım. Bu son derece açık tehdit karşısında adeta kanım dondu ve bir kelime daha etmemek için dilimi ısırdım.

"Neyse şimdilik gidelim. Düşünmeniz ve evin devri için tam bir haftanız var. Ha polise de müracaat edebilirsiniz. Kurtuluş Bey'in borçlarına mukabil evi bize verdiğine dair imzalı bir kâğıdı var elimizde. Belki geliş şeklimiz pek hoş olmadı ama inanın ben namuslu bir işadamıyım ve tamamen yasal çerçevede iş yapıyorum." Lafını bitiren haydut, tam gidiyordu ki hemen atıldım.

"Yalvarırım evimizi almayın. Anladığım kadarıyla varlıklı insanlarsınız. Benim evimin size ne faydası olacak? Bizi düşünmüyorsanız bari şu kucağımdaki yavrumu düşünün!" Merhamete gelir diye umarken bu kez daha ciddi bir eda ile ve her cümlesinde volümü biraz daha artırarak konuştu:

"Evet sen de haklısın hanımefendi. Hepimiz çocuklarımız için yaşıyoruz. Benim de çocuklarım var. Ben de evime ekmek götürüyorum. Ama ben hiçbir zaman ailem veya onların yaşadığı evim üzerine kumar oynamadım, oynamam da. Bunu yapan kocanız demek ki size hiç kıymet vermemiş. Neyse. Sonuçta aranızdaki bir mevzu. Benim bu konuda söz söylemem pek yakışık almaz. Ama çocuklar önemli hanımefendi. Hele bir çocuk 'Selim' adını taşıyorsa daha da önemli." Son kurduğu cümleden hiçbir şey anlamamıştım.

"Söylediğinizden hiçbir şey anlamadım. Çocuğumun adı 'Selim' olunca neden daha önemli oluyormuş?" Sorduğum soruya cevap verme lüzumu duymayıp kapıya yönelen adam, nedense karar değiştirip durdu ve konuşmaya başladı:

"İstanbul'da Selim diye genç bir kabadayı vardı yakın zamana kadar. Öyle gözü karaydı ki ondan korkmayan bir Allah'ın kulu yok gibiydi. Örneğin bir mekâna gelmesine gerek yoktu. İsmi yetiyor, bir selamıyla tüm kapılar açılıyordu. Aslında birçok defa teşrik-i mesaimiz oldu onunla ama yıldızımız hiçbir zaman barışmadı. Çünkü o, kumar başta olmak üzere gelir kaynaklarımızın çoğuna karşıydı. Fakat zamanla içinde bulunduğu âlemin hep böyle olduğunu görünce aramızdan ayrıldı ve ticaret hayatına atıldı. İtibarı ve kurduğu ortaklıklar sayesinde çabucak yükseldi ve şu anda İstanbul'un hatırı sayılır zenginlerinden biri. Gerçi aramızdan ayrılıp gitse de bizim âlemde hala herkes onu bilir ve sayar. Aklına başka bir şey gelmesin hanımefendi. Bu çocuğun adı da Selim olunca hemen bizim kabadayı Selim aklıma geldi ve o yüzden öyle söyledim. Yoksa..." Neler duyuyordum! Adam daha konuşacaktı belki ama hemen bebeğimi anneme verip adamın yakasına yapıştım:

"Allah aşkına söyle! Bu bahsettiğin Vanlı Selim mi yoksa?"

"Evet ta kendisi. İyi de sen nereden tanıyorsun onu?"

"Yalvarırım bana nerede olduğunu söyle?"

"Önce şu yakamı bir bırak!"

"Bana onun adresini ver! Değil sana bu evi, canımı iste onu da veririm!"

"Onu neden görmek istiyorsun?"

"Sadece adresini söyle! Bir hafta sonra gel ve evi al!"

"Tamam, dur bir dakika." Dedikten sonra cebinden bir kâğıt çıkarıp üzerine adresi yazdı ve yanındakilerle birlikte çekip gittiler. Eşsiz bir hazineye sahip olmuşçasına sımsıkı kapadım avuçlarımı. Demek aynı şehirdeydik ve yıllardır aynı havayı teneffüs ediyorduk. Ben onu bir nisan yağmuru gibi kaybolup gitti sanırken meğer yıllardır aynı yağmurlarla ıslanıyormuşuz. O gece bir türlü geçmek bilmedi ve sanki sabah hiç olmayacakmış gibi hissettim. Bir çeyrek saat dahi uyuyamadan kalktım ve sabah ezanı ile yollara düştüm. Adrese geldiğimde vakit henüz erkendi ama içeri girdiğim koca bina hareketlenmişti çoktan. Selim ile görüşmek istediğimi söyleyince ana kapıdaki güvenlik refakatinde 8. kata çıkarıldım. Onu yıllar sonra görecek olmanın heyecanı, göğsümden çeneme doğru bir baskı uyguluyor ve adeta nefesimi kesiyordu. Ancak sekreteri Selim'in yurt dışında olduğunu söyleyerek hevesimi kursağımda bıraktı. Ne zaman geleceğini sorduğumda ise patronunun bu konular ile ilgili bilgi vermediğini ve dolayısıyla bilmediğini söyledi.

***

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now