XXIII

85 6 11
                                    



Rüveyda

Altın Şiş Lokantası(Van)/26 Ekim 1992 Pazartesi

O gün okulda son iki dersimiz boştu ve hiç düşünmeden bütün zerrelerimle olmak istediğim kitap dükkânında aldım soluğu. Şükür ki Selim de oradaydı ve Haluk Amca ile koyu bir sohbete dalmışlardı. Öyle ki içeri girip yanlarında oturduğumu bile fark etmemişlerdi. Belki de onlar için bir yabancı değildim artık.

"...II. Abdülhamid için Necip Fazıl gibi bazı düşünürler 'Ulu Hakan' derken G. Roy gibi bazı batılı düşünürler ise 'Kızıl Sultan' demişlerdir. Kanaatimce tarihi şahsiyetlerin bu şekilde kategorize edilmesi tarihi anlamamıza yardımcı olmaz. Dilersen Selim, II. Abdülhamid ile bizzat görüşmüş ve gözlemlerini yazmış bir batılı olan Vambery'nin görüşlerinden biraz bahsedeyim. Vambery özetle şöyle demektedir: "Sultan II. Abdülhamid kibar, hayırsever, müşfik ve mütevâzî olduğundan halkı onu sevmektedir. Kıyaslama yapmak gerekirse babası Abdülmecit ile cesur ıslahatçı II. Mahmut'tan daha üstün özelliklere sahiptir. İsrafı kesmek suretiyle halkın refahını yükseltmeye çalışırken, Avrupalı devletlerin rekabete giriştikleri bir ortamda 'kesin tarafsızlık' ilkesini hayata geçirerek ülkesinin rahatlamasını sağlamıştır. Ancak neredeyse tüm paşalarının şahsi menfaatini düşündüğünü ileri sürerek bütün yetkileri şahsında toplaması, muhtemelen kendisinden sonra bir boşluk oluşturacaktır. Açıkçası bu boşluk, yaşlanmaya başladığı son döneminde hissedilmeye başlamıştır bile." Tabi Vambery'nin görüşleri bunlarla da sınırlı değil. Kütüphanemizde bu düşünürün görüşlerini içeren iki kitap var. İstersen onlara da bakabilirsin.

"İlk fırsatta bakarım Baba." Haluk Amca bir süre daha konuştuktan sonra bana döndü ve hal hatırımı sormaya başladı.

"İyiyim amca. İşte okul, dersler... Siz nasılsınız?"

"Şu Selim tuhaf sorularıyla beni bunaltmasa daha iyi olacağım." Gülümsedim. Ona bakabilmem için bir fırsat doğmuştu ama niyeyse yüzüme hiç bakmıyor, küsmüşüz gibi davranıyordu. Ben onun bu anlamsız ve de bilinçli olduğunu düşündüğüm tavrına anlam vermeye çalışırken Haluk Amca gülümseyerek

"Bu saatte seni beklemiyorduk Rüveyda. Dersin öğlen bitmiyor muydu?" Diye sordu.

"Boş geçen o kadar çok ders var ki Amca. Galiba bu şekilde üniversiteyi kazanamayacağım." Diyerek mukabelede bulundum. O da dershaneye gitmemi tavsiye etti. Maddi durumumuzun buna elvermediğini söyleyince bir miktar sustu ve sonra şöyle dedi:

"Anlıyorum. Bak kızım; Okulda derslerin boş geçse de ders kitapların var. Otur sırana ve onları oku. İnanıyorum ki her bir kitap şaşmaz bir fener gibi sana yolunu gösterecektir. Belki haberlerde sen de denk gelmişsindir; bırak dershaneyi doğru düzgün okula bile gidemeyen ve günlerini koyun otlatmakla geçiren nice vatan evlatları üniversite sınavını kazanabiliyor."

"Haklısınız Amca. Galiba biz öğrenciler olarak hep hazırcı bir tarafımız var."

"Estağfurullah. Kastettiğim o değildi. İstersen bu düşüncemizi hemen hayata geçirelim. Şu anda ders varmış gibi geç şu masaya ve başla kitaplarını okumaya. Hatta okumakla da yetinme; eline bir kalem al ve önemli yerleri defterine not et."

"Tamam!" Dedim sevinçle ve hemen kitaplarımı çıkarıp masanın üzerine koydum. Ben ders çalışmak için kolları sıvarken Haluk Amca da birkaç sayfası çıkmış ve kısmen yıpranmış bir kitabı tamir etmeye başladı. Selim ise elinde tespihi olduğu halde kapı ile tezgâh arasındaki yaklaşık 20 metrelik koridorda volta atıp duruyordu. Tavırlarına bakılırsa bir derdi varmış gibiydi. Ders çalışıyor olsam da içimdeki şiddetli arzuya mukavemet gösteremiyor ve sık sık başımı kaldırıp ona bakıyordum. Ancak ya yere ya da raflara baktığından bir kez bile göz göze gelememiştik. Yine de çok mutluydum. Geçen yılki sınıfımızda, platonik aşk yaşayan bir kız arkadaşım 'Aynı yağmurlarda ıslanmak da yetiyor.' Dediğinde ona çok gülmüştüm ama şimdi ben de aynı duruma düşmüştüm. Selimle aynı çatı altında olmak, aynı havayı teneffüs edebilmek yetiyordu bana. İçi içine sığmayan, her fırsatta dışarı çıkmak için can atan bir fıtrata sahipken, şimdi bu mekânda kıyamete kadar beklemem istense tereddütsüz kabul eder ve beklerdim. Bir aralık Haluk Amca hava almak için dışarı çıkınca Selimle dükkânda yalnız kaldık. Masamdan kalkarak yanına gittim ve bir derdi olup olmadığını sordum.

"Yo! Nereden çıkardın bunu?"

"Neredeyse bir saattir durmaksızın volta atıp duruyorsun."

"Sen ders çalışmıyor muydun?" Keşke bu soruyu hiç sormamış olsaydım. Kendi kendimi ele vermiştim.

"Evet, ders çalışmıyordum. Seni öyle düşünceli görünce aklım sende kaldı ve kitabıma motive olamadım. Bir de..."

"Bir de Rüveyda?"

"Yok bir şey!" Güldü ve biraz daha yaklaştı. Israrla gözlerime bakıyor ve cümlemi tamamlamamı istiyordu. Ben de ona bakıyordum ve sanki cümlemin devamı ağzımdan kaçıverecek diye ödüm kopuyordu ve bu korkuyla dilimi ısırdığım kadar ısırıp kendimce bir garanti sağlamaya çalışıyordum. O an gerçekten ne yaptığımı bilmez bir haldeydim ve dişlerimi sıkmaktan yüzüm hangi şekle girmişse gülümsemeye başladı. Aslında iyi de oldu. Bu sayede kendimi biraz daha rahat hissetmeye başladım. Niye bilmiyorum ama ona karşı hissettiklerim her görüşmemizde biraz daha farklılaşıyordu. Sanki birkaç hafta değil de yıllardır onu tanıyormuş, onunla berabermişim gibi bir histi bu. Evet, öyle bir histi ama bir farkla ki bu uzun tanıyışın verdiği rahatlık yoktu davranışlarımda ve belki de bu ruh haliyle yakınında durmayı yadırgıyor ve ben böyle hissettikçe durduğum nokta, zemin değil de bir halıya dönüşüyor ve esrarengiz bir el bu halıyı çekerek dengemi kaybetmeme sebep oluyordu.

Aslında onu gördüğümden beri tüm dengelerim alt üst olmuştu ve bunda şaşılacak bir şey yoktu fakat ruhumun derinliklerinden gelen bir ses, ne olursa olsun kendimi bırakmamamı ve eğer düşersem bunun kalkışı olmayan bir düşme olacağını söylüyordu ki bence de olacak şey tam da bu idi. O halde yapmam gereken tek şey, nasıl karşılarsa karşılasın, ellerinden sıkıca tutmak daha doğrusu ellerine tutunmaktı. Çünkü bütün yakınlığına rağmen aslında hiç olmadığı kadar uzaktı ve ben ona karşı her zerresi hasretlerle dolu uçsuz bucaksız bir okyanusta bir başımaydım ve şayet ellerini tutmasam ya da o ellerini uzatmasa imkânı yok çıkamayacaktım. Artık nefesindeki buğuyu hissedecek kadar yakınımdaydı lakin tüm bu gelgitlerimden habersiz hatta ilkbahar çiçekleri gibi tir tir titriyor olmama bile aldırış etmeden gözlerime bakıyordu. Bakıyordu ama bakışları, derin anlamlar yüklenebilecek bir bakıştan ziyade daha çok hayatı hafife alan insanlarda görülebilecek türden umarsız hatta aldırışsızdı ve aslında itiraf edemesem de umursamadığı hayatın kendisi değil bizatihi bendim. Gerçi iyi de olmuş ve ben bu umursamaz bakışlarından cesaret alarak ve gözlerimi daha az kaçırarak yüzünü incelemeye başlamıştım. Mütenasip dudaklarının kuytularında beliren hoş tebessümüyle delici bakışları birleşince sadece beş harften oluşan ve daha çok manevi bir duygu olduğunu düşündüğüm 'huzur', ete kemiğe bürünmek suretiyle sanki baktığım tatlı yüzünde cisimleşmişti.

Sonra kendimi daha çok ele vermemek için bakışlarımı, bir eşi daha olmayan gözlerinden kaçırarak derince kırışıkların hafiften kavis çizdiği alnına kaydırdım. Sanki bir spatula marifetiyle ve zorla kazılmış gibi derin çukurları andıran alın çizgileriyle birlikte yeniden gözlerine bakınca o parlak ela gözleri, nedensiz bir şekilde yerini kuzguni bir karanlığa bıraktı ve böylece evde yalnız uyuduğum daha doğrusu uyuyamadığım fakat yine de yorganı bir türlü başımdan çekmeye cesaret edemediğim gecelerdeki tedirginliği andıran bir ürperti duydum. İşte tam da bu ürpertinin tüm vücudumu sardığı bir anda, sırtımda buzdan bir elin gezindiği hissine kapıldım ve aslında bu el sayesinde derin bir uçurumun kenarında olduğumu fark ederek irkildim ve hemen bütün bir vücudumu sağlama almak istermişçesine ve belki de sadece kendim hissedecek kadar sıçrayarak yeniden gözlerine baktım.

Belki bu ürpertilerimi o da hissettiğinden,gözleri yine eski haline inkılâp etti ve bu kez de alabildiğine parlak ve usulca akıp giderken etrafındaki bütün bir doğayı içine alan ve sanki mayisi bildiğimiz su değil de yeşilin her tonunu barındıran bir ırmağa dönüştü. Biraz daha dikkatle bakınca fark ettim ki bütün berraklığına rağmen sanki bir parça yatağına kırgınmış gibi serazat bir edası vardı ve şayet bir kelime etsem başını alıp gidecek ve bir daha gelmeyecekti. Ve belki de onca enginliğine rağmen bu serazat halinden dolayı kendimi bir deniz kuşu gibi garip hissettim ve anladım ki her damlasını arzu etsem de konacak bir yerim yoktu ve ben bu kararsızlıkla ne ona sığınabilir ne de ondan kaçabilirdim. Yine de kalbimin ritmini kaybettiği şu anda, tek tesellim onun da bakışlarını kaçırmadan  gözlerime bakması olmuştu. Bakıyor dediysem de benimkiler gibi değildi elbette.O daha çok ne bileyim sanki hareket halindeki bir arabanın camından etrafa bakar gibi bakıyor ve bu arada çok şey görüp ama aslında hiçbir şey görmüyordu.Yine de üzülmüyor ve artık biliyordum ki ben bu çocuğa sırılsıklam âşıktım...

***    

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now