79

200 10 8
                                    


Rüveyda

Ferit Melen Hava Limanı(Van)/4 Ekim 1992 Pazar

"Bir saati aştık! Aştık! Aş..."

"Of Rüveyda! Kaç dakikadır sayıklayıp duruyorsun! Hadi herkes indi uçaktan! Bir biz kaldık! Bu nasıl uyku ki kaç dakikadır dürtüyorum yine de uyanmıyorsun!"

"Uyku mu? Ne uykusu?"

"Hadi Rüveyda! Bak hostesler bize bakıyor!"

"Bir saati aştık mı anne?"

"Kaç dakikadır 'Bir saati aştık!' diye sayıklıyorsun. Evet, tam bir saati aşkındır yolculuk ediyoruz ve geldik işte."

"Nasıl geldik? Nereye geldik?"

"Of! Rüveyda! Sana o iki ilacı aynı anda alma demiştim. Bu günler dik başlılığın üstünde!"

"Ne ilacı anne? İlaç mı aldım ben? Hem şimdi hangi yıldayız?"

"Yıl mı? Kızım sen ne saçmalıyorsun?"

"Selim nerede anne?"

"Selim mi? Selim de kim? Hadi al şu el bagajını da inelim. Böyle giderse bizden önce inen kardeşlerini kaybedeceğiz."

"Allah aşkına bir dakika dur anne! Sadece bir dakika!" İlaç, uçak, Selim derken bir şeyler hatırlamaya başlamıştım. Hemen el çantamdan suyumu alıp bir yudum içtim ve kalanla da yüzümü ıslatıp kendime gelmeye çalıştım. Demek her şey bir rüyadan ibaretti. Hala şoktaydım. Annem kolumdan çekiştirince çaresiz peşine takıldım ve uçaktan indik. Eve gelinceye kadar bindiğimiz dolmuştan etrafı izledim. İlk defa geldiğim Van'da her şey rüyamda gördüğüm gibiydi. Hatta babamın kiraladığı ev bile aynıydı. Tamam, bazı rüyalar biraz gerçek olabilirdi ama tıpa tıp aynısı olabilir miydi? Odamı yerleştirir yerleştirmez ilk yaptığım şey, günlüğüme bakmak oldu. Hızla çevirdiğim sayfaların hiçbir yerinde Van ile ilgili bir şey yoktu. En son tuttuğum not, dün geceye yani İzmir'deki son günümüze aitti.

Ertesi gün okula gittiğimde her şey yine aynıydı. Van Atatürk Lisesi, kaydımı yapan müdür muavini Handan Töre, Nöbetçi Zehra, Edebiyat öğretmeni Ahmet Karabağ... Dersin bitiminde Handan Hoca ile tıpatıp aynı konuşmayı yaptık ve beni Kent Kitap Kırtasiyeye yönlendirdi. Adeta uçarak gittim. Ya Selim? Onu da görebilecek miydim? İçeri girer girmez ilk önce günlerce uğraşıp düzene koyduğum raflara baktım. Bütün dağınıklığıyla olduğu gibi duruyorlardı. Artık hiç şüphem kalmamıştı ki bedenimden önce ruhum buralara gelmiş ve gezinmişti. İyi de neden? Eğer gördüklerim bir rüya ise ben rüyamda sevdiğim adama yani Selim'e kavuşamıyordum. Şimdi ise hem ruhumla hem de bedenimle buradaydım. Belki de gördüğüm rüya, bir işaretti ve eğer böyleyse bu işaret sayesinde bir şeyleri değiştirip Selim'e kavuşabilecektim.

Bu düşünce ile öyle heyecanlandım ki adeta soluğum kesilecekmiş gibi oldum. Kendimi toplamaya çalışıp hemen ilk karşılaşmamızı hatırlamaya çalıştım. Dükkâna girmiş, elime aldığım kırmızı ciltli bir kitaba istemeyerek de olsa zarar vermiş ve onunla böylece karşılaşmıştık. O halde o rafı geçmeli ve o kırmızı kitabı ne olursa olsun elime almamalıydım. Böyle yapıp kararlı bir şekilde ve hiç o raftan tarafa bakmadan geçmeye çalışıyordum ki durdum daha doğrusu durduruldum. Niye bilmiyorum ama en güçlü yapıştırıcılarla yapıştırılmışçasına her iki ayağımı da hareket ettiremiyordum ve o dakikada kendimi tuzağa düşmüş zavallı bir fare gibi hissetmeye başlamıştım. Ayaklarım böyle hareketsizken ellerimse kızgın bir boğanın kırmızı pelerinli matadora odaklanması gibi o kırmızı renkli kitaba odaklanmış ve ben hem iradesi elinden alınmış hem de beni ben yapan melekelerimi daha doğrusu benliğimi kaybetmiş gibiydim. Ya benliğim başkalaşmış ve bedenim henüz bu yeni bene intibak edememişti ya da ismini koyamadığım bir güç tarafından yönlendirilmeye devam ediyordum. Kitabı zorlukla çekip alırken daha önce olduğu gibi yine cildinden ayrıldı. Tam o esnada çıkıp geldi. Elbiselerine hatta tespihine varana kadar tıpkı rüyamdaki gibiydi. Gülümsemesi bile. Mahcup bir edayla

"Kusura bakmayın, istemeden kitaba zarar verdim." Dedim. Gülümsedi. Belki bir hamle yapmalı ve eğer onsuzluk kaderimse bunu değiştirecek adımlar atmalıydım. Rüyama göre, kitabı elimden alıp ciltlemişti. O halde buna mani olmalıydım ancak ne kadar ısrar edersem edeyim başaramadım. Selim kitabı ciltleyip yerine yerleştirirken ben de yeni hamleler düşünmeye başladım. Ancak her geçen dakika biraz daha umutsuzluğa kapılıyordum çünkü tıpatıp aynı konuşmaları yapmaya başlamıştık ve ben hiçbir cümlenin akışını değiştiremediğim gibi fazladan ne bir kelime ilave edebiliyor ne de çıkarabiliyordum. Biraz konuştuktan sonra aç olup olmadığımı sordu ve ardından kendisini tanıttı.

Bir süre sonra dışarı çıkarken ben de tezgâhın yanındaki masaya oturup Haluk Baba'yı beklemeye başladım. Çünkü rüyama göre, Selim çıkınca Haluk Baba gelmiş ve ondan kitaplarımı almıştım. O aralık gözüm duvardaki fotoğrafa ilişti. Hemen kalkıp fotoğrafı asılı olduğu yerden indirdim ve dikkatli bir şekilde incelemeye başladım. Ancak bir gariplik vardı. İyi de nasıl olabilirdi? Fotoğraftaki Selim, arkasındaki üzüm bağı hatta semaver, rüyamdakiyle tıpatıp aynıydı ama ya Haluk Baba?.. Ellili yaşlarda olan Haluk Baba, bu fotoğrafta taş çatlasa 30-35 yaşlarındaydı. Hemen kalkıp kapıya yöneldim ve heyecanla beklemeye başladım. Birkaç dakika geçmişti ki kapı sert bir şekilde açıldı ve içeriye... Bir dakika! Rüyama göre... yoksa?..

"Merhaba yavrum! Sen burada mı çalışıyorsun?"

"Şey evet de..."

"Selim yok mu?"

"Yok, Servet Hocam. Az önce çıktı ve muhtemelen yandaki parktadır."

"Beni tanıyor musun kızım? Kusura bakma, ben seni çıkaramadım da!"

"Benim adım Rüveyda hocam. Çıkaramamakta haklısınız çünkü okulunuza daha bu sabah kaydoldum."

"Öyle mi? Ha! Tamam! Şimdi hatırladım. Handan Hoca nakil belgeni masama bırakmıştı. Neyse, Selim parktaysa gitmeden yakalayayım onu. Haluk Beye de selamlarımı ilet." Servet Hoca, monttan çok uzun bir cekete benzeyen kahve renkli deri elbisesinin önünü ilikleyerek bir baş selamı verdi ve bir dağı andıran o güçlü gövdesiyle geldiği gibi hızla çıkıp gitti. Servet Hoca'yı daha doğrusu biz öğrencilerinin tabiriyle Dadaşı ne zaman görsem bir ürpertiye kapılan ben, ilk kez hiçbir korku hissetmeden hatta tam tersine anlatılmaz bir sevinçle gülmeye başladım ve dükkânda hiç kimsenin olmamasının rahatlığıyla avazım çıktığı kadar bağırdım:

"İşte şimdi başlıyoruuuuzzzz!!!!!!!..."

-SON-

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now