XIV.

118 12 46
                                    


"Onu ilk defa gören hatta ilk görüşte etkilenen bizler önce birbirimize baktık ama nedense oyunu devam ettirmek istedik. Bir taraftan gönderdiği mektupları okuyor, diğer taraftan kahkahalarla gülüyorduk. Öyle ki ne bitini bırakmıştık ne de piresini. O ise boynuna ilmek geçirilmiş ve son anlarını yaşamakta olan bir idamlık gibi pişmanlık dolu gözlerle yüzümüze bakıyor, bir kelime olsun etmiyor ya da edemiyordu. Herkes karnı ağrıyıncaya kadar güldükten sonra iyice hevesimizi almış olacağız ki derin bir sessizlik oldu. Komşu sınıflardan gelen ufak tefek gürültüler sayılmazsa tam bir ölüm sessizliği sarmıştı tiyatro sahnesine çevirdiğimiz koca sınıfı. Belki ortamı yeniden canlandırma adına bir parça daha devam edebilirdik ama o sıra dışı duruşu, bütün sululuğumuza rağmen ortamı devamlı geriyor ve daha fazla gevşememize engel oluyordu.

İşte o sessizliğin tavan yaptığı bir anda erkeklerden biri "Sen kim Esra kim? Haddini bil! Pansiyon parçası!" diye bir laf etti. Ne olduysa o anda oldu. O dakikaya kadar bir çivi misali olduğu yerde çakılı duran ve bir canlı cenazeyi andıran amansız aşığımız, önce o çocuğa sonra diğer çocuklara saldırdı. Böyle bir saldırıyı beklemeyen erkekler, kısa süren bir şaşkınlığın ardından hemen kendilerini toparlayıp karşılık verseler de ne yüzünde patlayan yumruklara ne de bedenine isabet eden tekmelere aldırış ediyordu. Sanki acı duyma melekesine sahip değildi ya da o anda sadece kendini değil o duygusunu da kaybetmişti. Öyle bir kavga ediyordu ki birkaç dakika içerisinde erkeklerin yarısı çil yavrusu gibi dağıldı. O güne kadar ilk kez böyle bir kavgaya şahit olan biz kızlar ise çığlık çığlığa bir köşeye sinmiş, etrafımızdaki sıra ve masaları siper yapmaya çalışıyorduk."

"Oh olsun size! Keşke bir iki tokat da size patlatsaydı."

"Kız dur daha bitmedi! Kaçıp gitmemekte ısrar eden birkaç erkeği de bir güzel benzettikten sonra en son kendisine 'Pansiyon Parçası!' diyen çocuğun yakasından tutup yukarı doğru kaldırdı. Ela gözleri kararmış, geceleyin ışığa temas eden yırtıcı bir hayvanın gözleri gibi alabildiğine parlak ve bir o kadar da ürkütücü bir hal almıştı. Bu kadar güçlü bir çocuğun elinden onu sadece bir kişi kurtarabilirdi. Bunu Esra da anlamış olacak ki ürkek adımlarla ona yaklaştı ve kısık bir sesle 'Lütfen bırak onu!' diyebildi. Tek bir cümle yetmişti! İtiraz etmeden yakasından tutup kaldırdığı çocuğu ağır ağır yere bıraktı. Gözleri çarçabuk eski haline inkılâp etmiş, hiddetten gerilen en az iki haneli yüz hatları, tek haneye evrilmişti çoktan. Kaşından yanağına doğru süzülen kanlar, damla damla beyaz gömleğine akarken, o bunlara aldırış etmeksizin sadece Esra'ya bakıyordu. Sanki o dakikaya kadar insani özelliklerden yoksun, duygusuz ve de soğuk hatta tüm bu özellikleriyle aslında bir kardan adamdı ve böyle bir kardan adam, güneşi gördüğünde nasıl erirse o da öyle erimeye ve eridikçe de duyguları dirilen, melekelerini yeniden kazanan bir insana dönüşmüştü. Yoksa bir dakika önceki o hiddetin, o haşinliğin bir anda yok oluşu başka türlü izah edilemezdi. Daha kötü bir hale düşmekten son anda kurtulan çocuk, aradan sessizce sıvışırken eğlenmek niyetiyle toplandığımız sınıfta daha doğrusu sahnede sadece Esra ve o vardı artık. Esra karşısında duran ve aşk dolu gözlerle kendisine bakan iflah olmaz aşığına bir adım daha yaklaşırken onun ne yapacağını merak eden bizler de nefesimizi tutmuş onlara bakıyorduk. İşte böyle Rüveyda. Gökten üç elma düştü. Biri senin biri benim biri de şu bizi derse çağıran uğursuz zilin başına."

"Bırak şu zili! Çalarsa çalsın! Sonra ne oldu?"

"Hani sen meraklı değildin?"

"Meraklı değilim ama bu kez çok merak ettim."

"Anlatmam!"

"Lütfen anlat! Bak eğer anlatırsan söz, sana çikolatalı gofret alırım. Hem de büyük olanından."

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now