XXXIV.

65 5 8
                                    



Feribottan indikten sonra neredeyse her tarafımızı saran ve yağan yağmurla toprakları iyice aşınan badem ağaçlarının izin verdiği ölçüde engebeli yokuştan çıkıp kadim kiliseye geldik. İçeri girmek yerine sadece etrafını dolaştık ve oradan adanın seyir terası da diyebileceğimiz noktasına çıkıp oturduk. Bulunduğumuz yer, her ikimizi de sahipsiz bir uçurtma gibi sağa sola uçuracakmışçasına şiddetli bir rüzgâr alıyor ve bu rüzgâr sanki hasımmışız gibi yüzümüze aralıksız darbeler indiriyordu. Ben soğuktan keçeleşen ellerimi nefesimle ısıtmaya çalışırken Rüveyda da saçları ile alnını kapatıyor ancak soğuktan kavrulmaya durmuş ve sanki bir parça da şişmiş elmacık kemiklerine bir çare bulamıyordu. Birlikte geldiğimiz yolcuların hepsi kiliseyi gezdiklerinden tepede yalnızdık ve uzun süredir suskun olan Rüveyda, bir duman gibi ağzından yüzüne yayılan buğular eşliğinde nihayet konuştu:

"Bir ara Haluk Baba, adadan bahsetmiş ve muhakkak gezmemi istemişti. Gerçekten anlattığı kadar varmış. Beni buraya kadar getirdiğin için çok teşekkür ederim Selim. Bir de şimdi aklıma geldi; çıkıp gelirken dükkânı kilitlemeyi unuttuk. Ya bir şey olursa?" Gülerek

"Merak etme, bizim şehirde hırsızlık olmaz." Dedim.

"Ya olursa?"

"Olursa da hırsızlar çaldıkları kitaplar sayesinde doğru yolu bulurlar?"

"Sen böyle rahat konuş bakalım. Oranın çalışanı benim, sen değilsin."

"Rahat ol Rüveyda; Haluk Baba şu anda dükkândadır. Bak ne diyeceğim, bu adanın dillere destan bir hikâyesi olduğunu biliyor muydun?"

"Ben buranın hikâyesini biliyorum. Van'a gelmeden önce birazcık araştırma yapmıştım. Ama sen yine de anlat."

"Madem biliyorsun..."

"Biliyorum dedimse öyle etraflıca değil. Ansiklopedik bilgi ne kadarsa o kadar işte. Lütfen anlat!"

"Peki, Rüveyda. Rivayete göre; şu karşıda görünen Gevaş şehrinde bir çoban yaşarmış ve bu kilisenin keşişinin kızına sırılsıklam âşıkmış. Her hafta sandalıyla bir koyun getirip keşişe satar ve bu vesileyle âşık olduğu Tamara'yı görürmüş. Gel zaman git zaman keşiş bu durumdan haberdar olmuş ve çobanın kayığına el koymuş. Âşık olan engel tanır mı hiç! Bu kez de yüzerek sevdiğini görmeye geliyor ve tekrar dönüyormuş. Tamara da sevgilisi daha rahat gelebilsin diye her akşam elinde bir fenerle onu bekliyormuş. Ancak burası küçük bir adadır neticede. Çobanın akşamları geldiğini ve kızının da bir fenerle ona yol gösterdiğini öğrenen Keşiş, adeta deliye döner. Hemen sinsi bir plan düşünür ve akşamleyin eline fener alıp bir oraya bir buraya gitmek suretiyle çobanı şaşırtmayı başarır. Çoban gücü tükeninceye kadar bu feneri takip eder ve artık boğulacağını anlayınca avazı çıktığı kadar "Ah Tamaraaa!" diye bağırır. Talihsiz aşığının boğulmakta olduğunu gören sevgilisi Tamara da hiç düşünmeden elindeki feneri atar ve kendisini gölün berrak sularına bırakır. O günden sonra bu acı olay anlatıla anlatıla hem dilden dile hem de ilden ile yayılır ve adaya da isim olur." Hikâyem bitince yüzüne baktım ama hiç tepki vermedi. Israrla bakınca yavaşça dudakları kımıldadı ve

"Keşke Tamara kadar şanslı olsaydım." Diyebildi. Ne demekti bu şimdi? Söylediğinden hiçbir şey anlamamıştım.

"İyi de..." diye başladım cümleme ve

"Sevdiğine kavuşamamış ve gölde boğulmuş bir kıza şanslı denebilir mi?" diye sordum. Sanki yanlış bir cümle kurmuşum gibi kaşlarını çatarak yüzüme baktı. Dudakları titriyordu bu kez.

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now