Odaya girip kapımı sürgüledikten sonra üstümü değiştirmek yerine balkona çıktım ve korkuluklara dayandırılan peykelere geçip oturdum. Güzel bir yaz akşamıydı. Oysa benim şehrim Van'da mevsim kışa inkılâp etmek üzereydi. Bir taraftan denize bakıyor diğer taraftan neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Ancak bu işe kafa yormam, baş ağrılarımı artırmaktan öte bir işe yaramıyordu. Bir aralık aklımı kaçırdığımı bile düşünür olmuştum. Öyle bir haldeydim ki her kapısı en paslı kilitlerle kapalı olan ve her Allah'ın günü dayak yediğim yetiştirme yurtlarında bile böyle çaresiz kalmamıştım. Düşünmek şimdilik hiçbir şeyi çözmediğinden kafamı rahatlatmak adına dönüp boğaza bakmaya başladım. Hem de uzun uzun. Birkaç kandil marifetiyle aydınlatılan Kız Kulesi'nin bulunduğu alan hariç tutulursa boğaz, görülemeyecek kadar belirsizleşmişti. Aslında boğaz hiç gözükmüyor sadece bakılan yerde bir boğaz olduğunu bilmenin getirdiği bir bilinçle gözlerden çok hayalin betimlediği bir siluetti o dakikada canlanıveren. Öte yakadaki Beykoz ve Üsküdar, bazı evlerin cılız ışıkları sayesinde bir parça görünür ise de birkaç karartıdan ibaret olan adalar, irili ufaklı buzdağlarıymışçasına Marmara'ya gömülmüş gibiydiler. Adaları gömülmüş gibi düşününce o dakikada kendimi de öyle görmeye başlamış ve hatta öldüğüme bile hükmetmiştim.

Ölümü düşünmek veya ölümün bizatihi kendisi, Son Elçi'nin ifadesiyle kötü bir şey değildi ama o dakikada kendimi çok kötü hissetmeye başladım ve bu ölüm çağrışımını, baktığım manzara tetikliyor düşüncesiyle hemen başımı çevirip olduğum yere uzandım. Galiba içim geçmiş ve bir miktar uyumuştum. Sabah ezanları ile daldığım uykudan uyandım ve ezana kulak verdim. Müezzin o kadar güzel okuyordu ki ben de kendim duyabilecek kadar eşlik etmeye çalıştım. Ezanla beraber yalıda da bir hareketlilik başlamıştı. Açılıp kapanan kapıların gıcırtıları, kovalardan sürahilere boca edilen su sesleri ve alt kattan gelen fakat pek anlaşılmayan konuşmalar, saatlerdir bir çarşaf misali her tarafı kaplayan kapkara sessizliği ağır ağır yırtarken ben de karamsar halimden sıyrılarak gönlüm gibi hoş bir başlangıca yelken açmaya başladım. Gönlüm gibi diyorum çünkü yeniden onu görecek olmanın heyecanı, bütün vücudumu sarmış ve ayrı fıtratlara sahip olduklarından hiç şüphem olmayan ruhumla bedenim, aralarındaki ihtilafları bir süreliğine erteleyip bu ana mahsus olmak üzere birleşmiş gibiydiler. Dikkat kesildiğim bahçede de bir hareketlilik vardı ve akşam görmediğim iki kadın, kamelyaya bir şeyler taşıyorlardı. Etraftaki hareketliğe dalmışken kapım hafifçe vuruldu. Hemen koşup sürgüyü çevirdim ve kapıyı açtım. Karşımdaydı ve mahmurlu gözlerle yüzüme bakıyordu. Akşama oranla oldukça güler yüzlüydü ve bu yüzden olsa gerek gamzeleri, daha bir belirgindi.

"Sabah şerifleriniz hayrolsun efendim."

"Sizin de olsun."

"Nasıl rahat uyuyabildiniz mi?"

"Bilmem."

"Yani uyuyamadınız?"

"Aslında uyudum mu, uyumadım mı hatta yaşıyor muyum yoksa ölü müyüm, hiç bilmiyorum." Gülümsedi.

"Yine aynı gömleği giymişsiniz."

"Hiç çıkarmadım ki."

"Geceleyin kapınıza geldim ama gömleğinizi bırakmamıştınız. Uyuduğunuzu düşünüp rahatsız etmek istemedim. Keşke kapınızı çalsaymışım."

"Keşke."

"Yine de çıkarın. Ben bir şeyler uydurmaya çalışırım."

"Entari gibi bir şey olacaksa almayayım." Bu kez güldü. Aslında gülmek isteyip de bunu belli etmek istemiyormuş gibi bir hali vardı ancak dudaklarını sıkmasından ve çenesine doğru bir iki kesik çizginin yanlara doğru kavis çizmesinden bu gülmenin içten bir gülme olduğunu fark etmem zor olmamıştı.

"Birlikte alt kata inelim, orada size uyacağını tahmin ettiğim bir şeyler var. Sonra kahvaltıya geçersiniz." Başımla onaylayarak ardına düştüm ve yürümeye başladık. Koridoru bitirip tahta merdivenlerden aşağı doğru bir iki adım atmıştım ki başım dönmeye başladı. Eğer doğru anladıysam yine aynı şey oluyordu. Hemen merdiven korkuluklarına yapışıp mukavemet etmeye çalıştımsa da nafile. Garip olan şuydu ki o anki ahvalimi hatta sağa sola çarpmalarımı ya duymuyor ya da umursamıyordu ki aşağı inmeye devam ediyordu. Yuvarlanmak pahasına öne doğru hızlı bir hamle yapıp yürümek istedimse de önce onu sonra hiçbir şeyi göremez oldum. Gözlerim yeniden seçmeye başladığında her şey başkalaşmıştı çoktan. Yürüdüğüm ve merdiven zannettiğim ayakçalar, bir anda ve nasıl olduysa Kent Kitap Kırtasiye'nin raf aralarına dönüşmüştü yeniden.

Nihayet kendimdeydim ancak hiç olmadığım kadar bitkindim. Güçlükle yürüyüp tezgâhın hemen önünde duran masaya geldim. Haluk Babanın verdiği kitap olduğu gibi masanın üzerindeydi. Asıl ilginç olan ise masanın üzerinde duran çaydanlığın ocaktan henüz inmişçesine sıcak oluşuydu. Sanki hiç gitmemiş gibiydim. Belki de raflar arasında bir miktar dolaşmış, bu esnada içim geçmiş ve birkaç saniyelik rüyanın ardından yeniden uyanmıştım. Böyle olsa bile ben hiçbir rüyayı tüm ayrıntılarıyla hatırlayamazdım ki. Oysa şimdi gördüğüm her şeyi adımı hatırlayacak kadar hatırlıyor, geçmişimi bildiğim gibi biliyordum. Hele onu... O bakışlarını, o ses tonunu hatta kokusunu... Tüm bunların bir açıklaması olmalıydı. Sabaha kadar raflar arasında deli tavuk gibi bir o yana bir bu yana gidip geldim ve istedim ki her ne oldu ise bir daha olsun ve yeniden ona gideyim. Fakat ne kadar çırpınırsam çırpınayım değişen bir şey olmadı. Yine de günün ilk ışıkları ile Haluk Baba kapıdan içeri girinceye kadar pes etmeden devam ettim.

"Selamünaleyküm! Hayırdır Selim, bugün erkencisin?"

"Aleykümselâm Baba. Evet, erkenciyim çünkü hiç gitmedim."

"Nasıl yani? Bütün gece burada mı kaldın?

"Evet baba."

"İyi de burada yatak yok ki!"

"Öyle zamanlar oldu; yetiştirme yurtlarından kaçıp sokaklarda geceledik. Burası oralara göre bizim meşhur 'Urartu Oteli' gibiydi hatta daha da lükstü."

"Bütün bir gece kaldığına göre, verdiğim kitabı yarılamışsındır her halde?"

"Maalesef Baba. Sadece bir sayfa okuyabildim. Zira ilk sahife dışındaki bütün sayfalar boştu."

"Olur mu öyle şey! Baskı hatası bile olsa en fazla birkaç sayfası boş veya silik olur. Kitap nerede? Bir de ben bakayım." Masaya uzanıp kitabı aldım ve babaya uzattım. Baba her daim boynunda asılı duran gözlüğünü yavaşça gözlerine götürdü ve ağır ağır sayfaları çevirmeye başladı. Hem sayfaları çeviriyor hem de gözlüğünün üst çerçevesinin üzerinden bakarak tebessüm ediyordu. Adeta para sayma titizliğiyle hiçbir sayfayı atlamadan çevirip son sayfaya gelince gözlüğünü yavaşça indirdi ve tekrar gülümsedi.

"İşte tam 171 sayfa. Bütün sayfalar da yerli yerinde." Şaşırmış bir halde uzattığı kitabı aldım ve hızlıca sayfalarını çevirmeye başladım. Babanın dediği gibi bütün sayfalar yerli yerindeydi ve hiçbir eksiklik yoktu. Ancak böyle bir şey nasıl olabilirdi? Belki de gerçekten hoş ve sıra dışı bir rüya görmüş ve sonra uyanmıştım.

"Galiba kitap okuyayım derken uyuyakalmışım baba."

"Allah hayretsin inşallah. Burda olduğunu bilseydim ben de simit alırdım."

"Dert etme baba. Sen otur, ben bir koşu alır gelirim."

"O halde ben de çayı demlerim. Gerçi görünüşe göre, sen kahve içmişsin ama çaya da eşlik edersin herhalde."

"Kahve mi? Ben kahve içmedim ki."

"Gömleğin öyle demiyor Selim."

"Gömleğim mi?" İki elimle kavradığım gömleğimi öne doğru çekiştirip dikkatlice baktım. Lekeleri görünce ürpermeye başladım. Bütün bir gece volta atıp durduğumdan ve etrafta ayna da olmadığından lekeler hiç dikkatimi çekmemişti. Neler oluyordu acaba? Bu durumda dün gece gördüklerim kesinlikle bir rüya olamazdı. İyi de rüya değilse neydi o zaman?

"İyisi mi ben simit alayım baba!"

"Dur Selim dur! Paran var mı?"

"Simit alacak kadar var Baba!...."

***

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now