Okul çıkışı eve gitmeyip direkt kitap dükkânının yolunu tuttum. Tek istediğim onu görmek ve biraz konuşabilmekti. Hatta konuşmasam da olurdu. Yakından veya olmadı uzaktan bir kez görebilsem o bile yeterdi. İzinsiz gittiğim için annem kızacaktı ama bir yolunu bulup gönlünü alacaktım artık. Dükkâna geldiğimde içeri girip girmemek arasında ikilemde kaldım. Niye bilmiyorum ama buraya gelmeye can attığım halde tam kapıya geldiğimde içimde sebebini bilmediğim garip bir sıkıntı oluşuyordu. Önce iyice buğulanmış camı elimle silerek içeri bakmaya çalıştım. Görebildiğim kadarıyla içeride müşteri yoktu ve tezgâh tarafı da gözükmüyordu. Elimdeki selpakla camı biraz daha sildim ve cama yansıyan kıyafetime bir parça çeki düzen verdikten sonra ürkek adımlarla içeri girdim.

Daha önce göz gezdirdiğimden ilk rafı atlayarak ikinci raftaki kitapları biraz karıştırdım ve sonra tezgâha doğru yürüdüm. Allah'tan oradaydı. Sağ elini açık duran bir kitabın arasına ayraç gibi koymuş, sol elini ise başına yastık yapmıştı. Uyuyor muydu, gözlerini mi dinlendiriyordu bilmem mümkün değildi. Belki de bir miktar raflar arasında dolaşmalı ve uyanmasını beklemeliydim ama oradan bir türlü ayrılamıyordum. Kuytu bir köşede avının kokusunu almış kararlı bir kedi gibi hareketsiz bir şekilde beklerken karşımdaki duvarda asılı duran renkli ancak soluk bir fotoğraf dikkatimi çekti. Vergi levhasının hemen yanında asılı olan fotoğrafta, Haluk Amca ve Selim, yere bağdaş kurmuş bir vaziyette oturmuş çay içiyorlardı. Hemen yanı başlarında dumanı belirgin bir semaver, arkalarında ise salkımları kararmaya durmuş bir üzüm bağı vardı. O an için hayatımda ilk ve son defa olmak üzere hırsızlık yapıp bu fotoğrafı almak istedim. Başka fotoğrafların da olabileceği düşüncesiyle sağa sola bakıyordum ki bir müşteri geldi. Bir kalem ve bir de silgi aldıktan sonra ücretini bana bırakıp gitti.

Kapının kapanan sesi ile bir kâbustan uyanmışçasına yerinden fırladı ve sanki gürültüyü ben çıkarmışım gibi gözlerime baktı. Bense törene yetişemeyip İstiklal Marşı'na bahçe girişinde yakalanmış şaşkın öğrenci gibi hazırol vaziyette bekliyor, nefes dahi almıyordum. Beni bir miktar süzdükten sonra sandalyeye astığı ceketini alıp giydi. Ardından sol elinin bileğine doladığı iri taneli otuzüçlük tespihinin altında küçücük kalmış saatine baktı ve gözlerini ovuştura ovuştura yanıma kadar geldi. O dakikada güçlü bir şekilde hissetmeye başladığım kalbim, ebatlarını aşkın bir hava ile şişirilen ve patlamak için küçük bir dokunuşun yeteceği bir balon gibiydi ve sanki tek bir kelimesiyle o dokunuş gerçekleşecek ve ben patlayıp olduğum yere yığılacaktım. O an için hissettiklerim korku mu heyecan mı hiç bilmiyorum ama kasaba düşmüş hasta koyun gibi kaderime razı bir şekilde beklemeye başladım. İyice yaklaştıktan sonra elimdeki paraya bakarak

"Hoş geldin Rüveyda. Bir şey mi alacaktın?" diye sordu.

"Az önce gelen bir müşteri kalem ve silgi alıp parasını bana bıraktı." Diyerek parayı uzattım. Alıp kasaya koydu ve tekrar yanıma geldi. Hiçbir şey sormuyor ama sanki niçin geldiğimi sorgular gibi gözlerime bakıyordu. Hep akıcı konuştuğumu zanneden ben, nedense kekelemeye başlamıştım.

"... Ben de? Aslında şey... Ben ki-kitap için yani aslında geçiyordum buradan ve belki de... Bir de...

"Tamam! Tamam! Anladım." dedi gülerek ve sonra

"Haluk Baba yürüyüş yapmak için dışarı çıktı. Ama ne zaman gelir hiç belli olmaz." Diye bir ilavede bulundu. Anladığı şey neydi acaba? Yoksa onun için geldiğimi mi anlamıştı? Of! İnşallah anladığı bu değildi. Sanki böyleymiş gibi hemen bir açıklama yapıp durumu toparlamaya çalıştım.

"Yani demek istedim ki kitapları çok sevdiğim için... Bir de yolumun üstü ya burası... Aslında eve de geç kaldım! İyisi mi gideyim ben! Sonra yine gelirim..." Galiba toparlayayım derken iyice berbat etmiştim.

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now